"Ehliyet, Liyakat ve Berber Hikâyesi"
İşi Ehline Verin, Cebinize Pamuk Doldurmayın...
Bir zamanlar küçük bir kasabada, berber koltuğuna oturmak bir nevi cesaret göstergesiydi. Çünkü orada makas tutan her el usta değildi. Kasabanın bir köşesinde, yeni açılmış bir berber dükkânı vardı. Sahibi, daha önce hiçbir sakalı sıfıra vurmamış, makası eline en son ilkokulda kâğıt keserken almıştı. Ama çevresi genişti. Tanıdığı çoktu. Amcasının oğlu muhtar, dayısının damadı belediyede. Hal böyle olunca dükkân bir anda doldu taştı. Gelen, sıraya girdi. Ama giden... ah, giden hep kafası yamuk, favorisi yarım gitti.
İlk müşteri Mehmet Amca'ydı. Saç sakal karışık, “Yeni bir tarz deneyeyim” dedi. Berber öyle bir tarz denedi ki, Mehmet Amca üç gün aynaya bakmadı. “Aynaya küsme sanatı” kitabı yazsa yeridir. Üstelik elindeki makas ne kadar acemiyse, yüzündeki özgüven de o kadar fazlaydı: “Ben böyle istedim!” dedi. Halbuki makas, ustanın elinde değilse sadece metal bir alet olur; ne yön bilir ne ölçü.
Bu küçük hikâye, ne yazık ki sadece berber dükkânlarına özgü değil. Bugün kamu kurumlarında, belediyelerde, özel sektörde hatta bazen bir kahve makinesi başında bile aynı manzara var: İşi ehline değil, yakına veriyoruz. Çünkü o bizim arkadaşımız. Çünkü aynı dernekteniz. Çünkü aynı hemşeriyiz. Çünkü “o da ekmek yesin”.
Evet, herkes ekmek yesin. Ama bu yüzden fırını yakmayalım!
İşi bilene vermek, aslında toplumun tamamına yapılan bir iyiliktir. Ama biz ne yapıyoruz? Dost hatrına, mahalle samimiyetine güvenip, koskoca organizasyonları çıraklara emanet ediyoruz. Sonra işler sarpa sarıyor. Çalışanlar, gerçekten işini bilen insanlar, bir kenara itiliyor. “O gelmesin, çünkü bizden değil” deniyor. Böylece bilenler susuyor, bilmeyenler konuşuyor. Yetmiyor, yön veriyor.
Liyakat dediğimiz şey, sadece özgeçmişteki üniversite adı değildir. İşini bilen, derdine çözüm bulan, kriz anında soğukkanlı kalabilen insanlara güvenmektir. Ama bizim ülkede bir kişi bir yere gelince ilk yaptığı şey, “yakınlarını yerleştirmek” oluyor. Kriter mi? Güvenilir olması yeterli(!) Liyakat mi? O da ne? Liyakat sanki uzayda bir gezegen...
Şimdi sıkı durun:
Bir kurum düşünün...
İçinde çalışan biri var, yıllarını vermiş. Uğraşmış, kendini geliştirmiş. Ama yöneticiler o kişiyi değil, arkadaşını destekliyor. Neden? Çünkü arkadaş. Çünkü “benim insanım”. Sonuç? O kurumdan bir başarı hikâyesi çıkmaz, sadece trajikomik anılar kalır geriye.
İşte o zaman başlıyoruz dövünmeye:
“Ah vahdet ahhh…”
“Ah birlik, ah adalet!”
Ama kendi elimizle dağıttık o birliği.
Kendi çevremizi memnun ederken, toplumun tamamını mağdur ettik.
Sonra birisi çıkıp şöyle der:
“Başını acemi berbere teslim eden, pamuğunu cebinde taşısın.”
Ne acı değil mi?
İşin erbabını kenara it, sonra da "neden yürümüyor bu sistem" diye sor.
İşte tam da bu yüzden, yürümüyor. Çünkü çarkın içine taş koyanlar, genellikle çarkı döndürenleri tanımıyor.
Yolun başında sormak lazım:
“Bu işi en iyi kim yapar?”
Soru buysa, cevap samimi olur.
Ama “Bu işi kim bizim mahalleden yapar?” derseniz, sonuç yalnızca torpil olur.