‘’DÜN DAĞLARDA YOKTUM, EVDE DOLAŞTIM!’’
FAULKNER, İLHAN BERK, CEMAL SÜREYA VE FERDİ TAYFUR İLE…
Son yüzyıl Nobel ödüllü Amerikan yazarlarından William C. Faulkner, zamanında bazı kitaplarıyla hayatıma kalıcı olarak girmiştir. Can sıkıntısından bir göz gezdireyim diye aldığım Ses ve Öfke’ye tutulmadan önce, adını duysam da, bir zerre merak etmediğim bir yazardı Faulkner. İlk okuduğum Ses ve Öfke beni çok etkilemiş, yazarın diğer kitaplarına ve onu tanıma isteğine büyük bir merakla yöneltmiştir. Diğer kitaplarını da bir bir edinerek, tamamını aynı hazla okuyunca, böylelikle gençlikte bende hayranı olmuştum.
Amerikan edebiyatı ile aşırı ilgilenmedim. Çoğu yazarını da okumuş ve eserlerinin de çoğunu sevmişimdir. Sevdiğim yazar ve şairleri çoktur ama, aynı Amerika’nın yenilerini de günümüzde bu hayranlıkla takip etmem. Eski yazarlarının yeri özge ve nadidedir. Onları yeni gelenler asla aşamaz. Yeniler, bizde de olduğu gibi her yönüyle, çoğunlukla, okuyucuya bir zevk veya haz vermiyor. Neyse, Şuan sadece Amerikalı Faulkner mevzumuza dahildir.
Çok okuyanlar bilir ki, aslında Türk şiirinin de Faulkner’leri vardır. Onun satırları kadar, şiirleriyle, mısralarıyla aynı hazzı okuyucuya veren isimler edebiyatımızın her karesinde bulunmaktadır. Sadece şiirden, bir iki örnek isim vermek istiyorum, burada. Bunlardan ilki olarak ‘’Dün dağlarda dolaştım…’’ şiiriyle, üstad İlhan Berk’i onur konuğumuz edelim. Bulduğum pırlanta, benim gençlik günlerinden:

DÜN DAĞLARDA DOLAŞTIM, EVDE YOKTUM!
Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yazdım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: ’’Ad evdir.’’ (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bizim kendine sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisi her bahar ayaklanırdı. Yağmur yağmamazlık edemez. Taş, düşmemezlik.
Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk dediğimiz budur. Nerden başlasam yine oraya geliyorum. Ben gidiyorum. Ölüme, o büyük tümceye, çalışacağım.’’
Bir şiir kaç kişiyi bir araya getirebilir? Bakalım hatırlattığına, ilk aklımıza gelenlere…
Bazı şiirlerin, kahramanı, hikayesi, uzun uzun anlattığı yoktur. Bunu kısacık bir satırla ya da bir slogan başlıkla başarmışsa, zaten sonra geleceklerin aslında gereği de, pek yoktur… İlhan Berk’in, ‘’Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum!’’ başlığı da böyledir. Kısacık, on satırlık bir düzyazı aslında. Ama tarzı ve anlattıkları ile çok dimağı, Faulkner satırlarının büyüsüyle etkilemiştir.
Sorduğu sorular, kullanılan imgeler, vardığı ya da erdiği doğa kanunları gibi pek çok şey, okuyan insanın içinde ya da aklında bulutları yürütür, dağları çiçeklendirir, ufacık bir gökkuşağını kımıldatır, onunla göğü donatır… Doğaya alır götürür genç şair zihnini, ordan da fizik, matematik, felsefe kitaplarına koşup baksam mı diye, arzuyla eve döndürür. Bu şiir de hava, keşfe yönlendiren hevesle doludur, belki de bana göre hep böyledir!
İlhan Hoca, bu şiiri yazarken W. Faulkner rüzgârından esinlenmiş midir bilmiyorum ama bana, bu mısraların kökeni o Faulkner havasından hareketle kurulmuş kısa mısraların, harika deyişlere özgünleştirilmesi-çevirilmesi gibi gelmektedir. Ve kendine has bilgi birikimiyle işlemek usulüyle, bize basit gelen şeyleri ve gerçekleri, bize yeni bir ağız kazandırılmış bilindik mısralarla, özenle süsleyerek, aykırı bir şiir olarak yeniden sunmuştur. Bunu tam anlayabilmek ya da tamamlayabilmek için de Faulkner’den bazı hatırlatmalar yapayım önce.
Ses ve Öfke’de, Faulkner’den seçtiğim şu satırları okuyalım: ‘’Artık bacayı göremiyorum. Yol bir duvarın yanından gidiyor. Ağaçlar üstüne eğilmişler duvarın, güneş ışığı püskürtülmüş üstüne. Taş serindi. Yanından yürüdüğüm zaman serinliğini duyabilirdim. Yalnız bizim memleket bu memlekete benzemez. Yürürken bir şey duyar insan. Bir çeşit durgun ve yoğun bir bolluk, ekmek açlığını gideren… Çevrenizden akıp gider, küçücük bir taşta bile durmaz ve eğlenmez. Yeterince yeşilliğe geçici olarak el koymuş gibi bir şey ağaçların arasında gezmek ve hatta uzaklığın mavisi bile o zengin düş değil.
*Sanıyorum ki insanlar kendi kendilerini ve birbirlerini kelimelerle harcayarak hiç olmazsa hareketsiz bir dile bir felsefe getirmiş oluyorlar.
*O artık yaşamayı hak etmiş.
*Yeniden ıslık çaldı kuş, görünmeyen, anlamsız, derin bir ses, değişmeyen, bıçakla kesilmiş gibi duran, ve yeniden, ve o hızlı hızlı ve sessizce akan suyun, duyulan, görülmeyen, işitilen, gizli yerlerin duyusu.
*O adam dünyadaki bütün okyanusları geçmiş.
*O günden beri artık inanıyorum ki, Tanrı yalnız bir centilmen, Ve şaka kaldıran bir kişi değil, Aynı zamanda Kentucky’linin biridir.
Ağustos Işığı romanında Faulkner:
*Evi gördüğünde batıda hiç ışık kalmamıştı. Ahırın ardındaki çayırda bir pınar vardı: Karanlıkta koklanan ve işitilen ama görülmeyen bir küme söğüt. Yaklaşırken kurbağaların kaval sesleri, aynı anda çalışan makaslarla birdenbire kesilen teller gibi sustular. Diz çöktü; karanlıkta yüzünün gölgesi bile zor seçiliyordu.
*Işık onu seyreder gibiydi, bekleyerek ve tehdit ederek, bir göz gibi.
*Eskiden bekleme yeri olan köşe başını geçti. Dikkat ettiyse, düşündüyse hiç, demiş olmalıdır ki Tanrım ne kadar uzun. Ne kadar uzun zaman önceydi bu sokak kıvrılıp çakıllı bir yol oluyordu.
Şiirindeki havaya bakınca İlhan Berk’in, ilk aklıma gelen Faulkner’in insanı çatkapı şaşırtan bu imgelerine benzerlikleri oluyor. Faulkner kullanmak zorunda olduğu sıradan cümleleri, aykırı imgelerle anlatmayı, okuyucuya zevkle, hoşuna gide gide betimleme okutmayı bilen ve başaran usta bir yazardır. Misal, bir yolun başlangıcında sıradan bir duvarı, onlarca ağaç içerisinden bir ağacı betimlerken ki kullandığı satırları, insanı roman okurken şiir dinliyormuş havasında etkiliyor. Sıradan bir roman yazarı gibi duvarın yanından akan, geçen yolda yürüdü, cümlesini de kullanabilirdi fakat o bunu sıradanlıktan aykırılığa taşımak için, yolu özne konumuna çekiyordu. Ve ‘’yol bir duvarın yanından gidiyor’’, diyerek, kendine has bakış açısıyla, romanlarını sıradan cümlelerle dahi şiirleştiriyordu. İlhan Berk’in nesirden teşkil şiirlerinde de yaptığı işte budur!
Özellikle son seçtiğim cümleleri okuyunca ‘’Faulkner’in yazıda kullandığı simetriyi Cemal Süreya’da şiir de kurgulamış ve kullanmıştır’’ düşüncesi de gelir, benim aklıma. Aslına bakarsanız, daha doğrusu şudur, Cemal Bey’in ustalığıyla süslediği ‘’çoğu yerde, Faulkner kokan’’ denilecek kadar bir hava yarattığı, şiirleri ve mısraları da oldukça fazladır. Ve tüm kitaplarında yoktur bu hava. Sadece bazı dönemin şiirlerinde kullanmıştır.

Ya da en doğrusu, Cemal Süreya’nın ince zekasıyla, Faulkner’in romanlarında kullandığı, ona has bir tarz olarak görülen kimi iyi ve benzer buluşların benzerlerini, kendi buluşu ve sesiyle, şiirlerindeki kimi mısralara yansıttığını fark edebiliyorsunuz. En çok şu yönlerini benzetirim:
Hızlı ve coşkun okunan mısralar ikisinde de vardır, yani kafiyeli ve akışkan mısralar. Okuru şaşırtan benzetmeler, ikilemeler, tepkimeler ve tepkiler, yatay ve düşey simetriye dayanan betimlemeler de. Belki Cemal Bey’deki Tanrı alaycılığı dahi Faulkner’deki Tanrı alaycılığının bir yansıması yahut bir benzeri imgelerle kurulmuş, okuyucuya verilmiştir. Simetriyi ve betimlemeleri yaparken aykırı matematiksel tanımlamalar ve ögeler kullanma Süreya’da matematiği, cebiri, geometrik bilgileri sık sık kullanmaya kadar varmış bulunabilir. Fakat simetrik mısraları Faulkner stiline benzer kendi zekice icatlarıyla kurgulamak, ayrı bir tat vermiştir şiirindeki mısralarına. Buna da bir iki örnek verirsem:
Misal, ‘’tarifsiz uzuyor bacakların...’’ mısrasında ölçü aracı gibi tarifsiz sıfatının kullanılması dahi, okuru şaşırtan bir Faulkner İmgesine, benzerlik gösterir aslında. ‘’Her şey kırmızıydı yüzün olarak…, Bazı ağaçlara kapı komşu…,ben uzun minareliyimdir doğma büyüme…, sen el kadar bir kadınsındır…, kelepir kız,,,, gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan…,Tanrım siz şu uzun Anadolu'yu, Çocukluk günlerinizde mi yarattınız?, “Ölüyorum Tanrım, Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür, Biliyorum Tanrım…’’ gibi mısraları bana hep Faulkner havasını bulduran, hatırlatan mısralardır. Bazı ağaçlara kapı komşu imgesi, Ses ve Öfke’de bahsettiğim, ‘’Ağaçlar üstüne eğilmişler duvarın’’…tadında kurgulanmış bir Faulkner imgesidir. Cemal Süreya’nın denk geldiğini yahut hoşlandığını kendileştirme gibi huyları da vardır zaten…Alıntılamak yahut çalmak gibi köt anlamlarda değil bu dediğim… Tamamen bulduğu bilgiyi ya da imgeyi Süreya sözlüğünden ve imbiğinden geçirip yesyeni halde kendileştirerek, tekrar keşfetmektir bu!
Bununda bir örneği şudur. Cemal Süreya, Genceli Nizami’nin ‘’Öyle bir şaraptır ki, taşı onunla yıkasalar üzerinde akik biter’’ mısralarına da hatırlarsanız, şu nazireyi yapmıştır. ‘’Genceli Nizami'nin dediği gibi, Taşı onunla yıkasalar. Üzerinde akik biter… bakışların ki!’’ Hem üstadı övmüş, hem de kendi ustalığını onun mısraları üzerinde deneyerek, kendini en usta şair gören Nizami ile adeta, ‘’buyrun, ustalıklar ölçülsün!’’, demiştir. Yine bunun benzeri, Lorca’nın Türkü şiirindeki, her ah, çığlığı sessizliğin… mısrası ile Cemal Süreya’nın onunla yarışan mısrasındaki benzerlik yine dikkat çekicidir. ‘’ ân ki, fıskiyesi sonsuzluğun!’’. Cemal Bey, en aykırı imge bulmada, yaratmada ya da keşfetme de Sultan’üş Şüera’dan tutun da en baba şairlere kadar hepsine, sanatıyla ve zekasıyla, ‘’ben de Cemal Süreya’’ demiştir.
İlhan Berk, Faulkner, Cemal Süreya! Her ne kadar bu mevzu bahis yaptıklarımın satırları, mısraları ‘’yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, hop ordayım!’’ mısrası kadar edebi, fikri ve kültür yönünden de çok güçlü olmasa da (!) birbirlerini çok anımsatıyorlar… Buna da katılıyorsunuzdur belki?
Üç üstad da birbirinden aykırı, birbirinden kuvvetli, birbirinden usta imge kullanımlarıyla, üçünü de okumuş bir belleğe, ikram ettikleri okuma hazlarıyla birbirlerini anımsatıyorlar.

Şimdi bir de, Faulkner simetrisine ve imgelerine dayanarak aklıma gelen son bir isme geçeyim. Yukarıdaki üstadlarla aynı dalda olmasa da, yazdığı kitaplar sayesinde onlarla aynı meslekte ve bestelenmiş şiirleri bulunması hasebiyle de şairliği de bulunan, Arabeskin Baba’sı Ferdi Tayfur’dan da Faulkner vari, aynı imgelere, bir albümünden iki şarkısından örnekler vereyim. ‘’Her gecenin sabahında/ başım yine döner, döner… Getirmiyor seni bana/ kısa kalıyor, geceler… benzetmesinde ölçüye vurulacak ile ölçüde kullanılacak ölçütün uyuşmazlığı, imgeyi duyan için bir farklılık ortaya koyarken, bende de Faulkner vari tatlı bir haz yaratır. Anlam olarak ilk çağrıştırdığı, Geceler, yâri bulsa da zaten getiremeyecektir. Ama kendi ayaklarıyla gelmeyi isteyecek sevgili de, gecenin sabahında, sevdiğine gelmeyi başaramıyor ya da istemiyor ki, sevene bir gelen yok! demektir. Ya da seven, sevdiği kadını, sabahın sonunda bulmayı beklediği halde, aştığı karanlıklara rağmen, hep mesafeler ve onları birbirine bağlamakta kısa kalan aracı vasıta ‘’geceler’’ yüzünden, elleri boş kalmaktadır. Daha pek çok, bunlara benzer çağrıştırdıklarıyla, alt okuma yapılabilir…
Yine aynı 45’likte diğer şarkısındaki ilk mısra da şudur: ‘’Izdırap çemberi, sardı beni, kolların…’’ bu da, kısa kalan geceler gibi Türk halk türkü ve şiirindeki teşbih ve benzetmelerin üstündedir. Şairin anlatamadığı, tarif edemediği bir hissi, bir duyguyu bağlamaya ya da tarif etmeye çabalamış da, çözüm yolu olarak bu şekilde yazdığı bir mısra gibi görülebilir. Fakat seçtiği ıstırap çemberinin şekli ile yârin kollarının sarılmasındaki, hayalde sarılan kollar için çizilen simetrik birliktelik-yuvarlak alan, Faulkner’i de andırır denilebilir. Hem ızdırap çemberi, hem yârin acı veren sevdası, yârin hayalinden uzanan kollarla aynı düzlemdedir. İkisi de, aynı değerdedir artık, zulmetmiş sevgilisinden ayrılan masum âşık için…
Türk halk şiirinin mısralarında sık görülen nadideliklerden değildir bu mısra. Arabesk şarkılarda da bazen görülebileceği üzere, aslında hicranı ve hüsranı tek mısrada, tek bir benzetmeyle bu kadar kuvvetli anlatan, kök olarak devrik bir cümle olsa da, tarif ettiği iki benzeri tek düzlemde anlatmayı ustalıkla başaran ender mısralardandır.
Edebiyat kokar, has şiir kokar, aykırı bir sesleniş olarak dinleyenin zihninde ayrılık, sevda, yalnızlık, hüsran çiçekleri açtırır. Dahası Ferdi Tayfur’un diğer şarkılarında bu iki mısra benzeri Faulkner vari denilebilecek, başka mısra bulamazsınız… Aynı 45’likteki bu iki şarkı da Ferdi Tayfur kaleminden çıkmıştır. Fakat (kanımca) ikisi de Müslüm Gürses’in aynı yıllarda çıkış yapan albümlerindeki ayrı iki şarkısından kotarılmış, birer mısradan hareketle yazılmıştır. O şarkıların adlarını da, Müslüm Baba’nın şarkı sözlerini okuyup, sizler de araştırarak bulabilirsiniz…
Peki Ferdi Baba, Faulkner’i okumuş mudur sizce? Bence evet, o kültür abidesi, kitapkurduydu. Faulkner’i eminim es geçmemiştir! Ama belki, esinlenmemiştir de! Mekanı rahmetle, nurla dolsun! Hepsinin de!