Gırnata'nın Düşüşü ve Yağmalanan Endülüs Medeniyeti
Gırnâta'nın Düşmesi (2 Ocak 1492)
İspanya denilince insanların aklına hemen matador, boğa güreşleri, Real Madrid, Barcelona, Messi, Ronaldo ve olee, gelir de, Endülüs deyince kimsenin aklına, İbn-i Hazm, İbn-i Rüşd, Kurtuba camii, El Hamra Sarayı, Kültür, edebiyat, tip, felsefe, Muhyiddin Arabi, İmam Kurtubî, Tarık bin Ziyad, kısacası İslam medeniyeti gelmez. Tarihimizi tamamen unutturdular bize. İspanya'nın diktatöru General Franko: "Ben bu, zaptedilmez milleti üç F ile kırk yıl yönettim!" demiş. Nedir bu diye soranlara ise şu cevabı vermiş: Flamenko (dans), Futbol ve Fiesta, (yani boğa güreşleri ve arenalar). Yüzbin kişilik arenalar ve Barnabeo stadyumları insanların heyecanlarını ve agresifliklerini deşarj etmek için yapılmış.
Bir zamanlar Filipinler kralı diktatör Ferdinand Marcos da aynı şeyi söylemişti. Ama onun ki 3 S idi. "Ben bu ülkeyi 3 S ile çeyrek asır uyuttum, spor, sex ve sinema demişti. Devir değişince metodlar da değişiyor. Beyinlerimizi spor, maç, magazin, paparazzi, dizi ve filmlerle uyuşturdular. Bütün bunları merhum eski Diyanet İşleri Başkanımız Ahmet Hamdi Akseki, ne güzel de tesbit etmiş. O mübarek zat şöyle der. "Benim neslimin en büyük günahı tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinde kendinden bir şey devam ettiğine inanmamaktı!" Çok doğru ve yerinde bir tesbit. Nerde kaldı ki Endülüs tarihini bilsin benim gencim?
İspanya (Endülüs) denilince ayrıca bizim aklımıza, öfke gelir, ayrılık gelir, hüzün gelir, medeniyet gelir ve vefa gelir. Öfkemiz Avrupa'nın vahşetine, tarihteki en acımasız zalimliğine. Moğolları aratmayan zulmüne, yakmasına yıkmasına, medeniyeti yok etmelerine... Ayrılık gelir aklımıza çünkü; sekiz asır süren, Avrupa ve dünyaya ilim ve teknik öğreten, görgü ve ahlak öğreten o medeniyetten ayrı kaldık. Hüzün gelir yadımıza çünkü; güya o medeni Avrupa, müslümanları ya vaftiz, ya üç gün içinde ülkeyi terk et ya da öldürülmek tercihleriyle karşı karşıya bıraktılar ve acımasızca, vahşice o güzelim insanları öldürdüler, odun harmanlarının içerisine atıp yakıp kül edip yok ettiler... Medeniyet gelir aklımıza çünkü; Avrupa'nın papazları bile gidip, Endülüs mekteplerinde arapça öğrenirlerdi, Endülüste okuma yazma oranı yüzde doksandı, lakin medeniyetsiz Avrupa ülkelerinde okuma yazma oranı yüzde on bile değildi. Vefa gelir yadımıza çünkü; ne şimdi ve ne de o zaman onların imdadına koşup yardım edilmedi/edilemedi. O dillere destan kültürüyle, estetiğiyle, ilmiyle, tekniğiyle dünyaya ışık saçan o cennet misali medeniyet yok olup gitti. Endülüslü Müslümanların Osmanlı Padişahlarına göndermiş olduğu o yürek sızlatan mektubu okuyunca beynimiz ve yüreğimiz yanacak ama, yapacak birşeyimiz olmadığı için, sadece ah-ü vah edeceğiz, acımızı içimize gömeceğiz. Mesele ah-ü vah etmek değil. Bununla teselli olmamamız lazım. Ancak hem fetihteki şuur, ihlas, takva ve cihad aşkını ve hem de çöküşteki şuursuzluk, dünyevileşmek, hizipleşmek, kavmiyetçilik ve de düşmanın hiçbir zaman insafı, vicdanı, merhameti ve vefasının olmadığından ders ve ibret alacağız.
İbret alacağız çünkü son Müslüman şehir devleti olan Granada'nın Haçlılar tarafından zaptı, Avrupa'nın bütün kiliselerinde çanların günlerce çalınmasıyla kutlanmış. Hıristiyan kardinaller halka karşı bu başarılarıyla övünmüşler: "İstanbul'u Müslümanlar aldı ama biz de boş durmadık, Endülüs Müslüman Devletini İspanya'dan attık!" âdeta İstanbul'un intikamını aldık dercesine halka moral ve teselli vermişlerdir. Sadece bu hakikat bile düşmanın hiçbir zaman insafı, vicdanı, merhameti ve vefasının olmadığının somut bir göstergesidir.
Şair Ebülbeka Salih Bin Şerif'in, Sultan 2. Beyazıt'a yazıp takdim edildiği ve yardım talep eden bir şiiri vardır. Bu Endülüs'e ağıt şiirini okuyup da vefa gösteremediğimize üzülmemek mümkün mü? O şiirden bir kaç mısra ile iktifa edelim. Müslümanların derdini nasıl dile getirmiş o mübarek insan. Şimdi bile okuyunca insanın tüyleri diken diken oluyor.
Düşün ki bir bekâ bulamadı âlemde Süleyman bile,
Bin türlü belâsı var dünyanın işte,
Bazen hüzün boşalır bazen bir sevinç tufanı. (...)
Nazar değdi İslâm'a Endülüs'te,
Belâ üstüne belâ yağdı, yağmur gibi,
O güzelim şehirlerin üstüne...
Endülüs düştüğü zaman Halife Abdullah, Padul Tepesi'nden Endülüs'ü seyreder ve gözyaşına boğulur. Annesinin oğluna söylediği sözü Mehmet Akif Ersoy şöyle mısralara döker.
"Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla, Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağlama."
Devamlı "Tarih ne zaferlerle övünmek ne de yenilgilerle dövünmek için değil, ders almak için öğrenilmelidir" derken, elbette müslümanların tarihi zafer ve başarılarıyla iftihar edeceğiz ve ayrıca başlarına gelen hazin sonlara da üzülecegiz, bu tabii bir şey. Ancak elbette zaferleriyle şımarıp, mağlubiyetleriyle de yas tutacak değiliz. Lâkin atalarımızla övünmek bize birşey kazandırmaz. Onlar vazifelerini yaptılar ve gittiler. Biz ne yapıyoruz, ne yapabiliriz ona bakmamız lâzım? Bütün bu olup bitenlerden ders ve ibret alacağız. Onları yargılayıp sorgulamayacağız, zaten böyle bir hakkımız da yok. Olup bitenler zaten hep tarihte kalmıştır. Ne kadar ah vah etsek de tarihin hükmünü değiştirecek değiliz.
Biz tarihi olayları nakletmenin yanında, esas gaye ve arzumuz, tarih şuuru kazanmak ve kazandırmak. Yoksa gidip gezilen görülen tarihi yerleri allayıp pullayıp okuyucuya aktarmak değil. Sadece ve sadece tarihin derinliğinde kaybolmadan gereken dersleri çıkarmaktır. Ayrıca zayıf olan seya-hat kültürümüzü de geliştirmenin gerekliliğine vurgu yapa-cağız. Seyahatin kazandırdıklarını, Kur'an ve sünnet ışığında da izah etmeye çalışacağız inşallah.
Evliya Çelebi: "Tarih bilgisi aklı çoğaltır" diyor. Evet, biraz iddialı bir söz ama hak vermemek mümkün değil. Çünkü; aidiyet, insana şuur kazandırır. Kökü olmayanın istikbali olmaz. Hayatı doğru biçimde anlamayı, ibret ve ders alıp, insanın ufkunu açar ve derin bir değerlendirme kazandırır. Başarı ve yükselişlerle, sebep-sonuç ilişkilerinde netice çıkarmamızı sağlar. Onun için Müslümanlar geçmişini, tarihlerini bilmeleri lâzımdır. Bilmeleri lâzım ki, geleceklerini ona göre inşa et-sinler. Tarih ne zaferlerle övünmek ve ne de mağlubiyetlerle dövünmek için değil, ibret ve ders almak için öğrenilir. Lâkin merhum milli şairimiz Üstad Mehmed Âkif ne güzel söylemiş;
"Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?.."
Endülüs İslâm medeniyetini baştan sona, yani kuruluşundan çöküşüne kadar olan zaman dilimlerini ve tarihi şahsiyetleri irdeleyip ordan ders çıkarmamız lâzım. Zira hem kurulması, hem gelişmesi ve hem de feci/üzücü/kahredici sonuyla çok ders alınacak bir medeniyettir. Çok zor şartlar altında kurulan Endülüs İslam medeniyeti, mimaride, tıpta, fende, bilimde, sanatta, edebiyatta ve her konuda zirveye çıkmış bir medeniyettir. Ancak yıkılmaz denilen sekiz asırlık böyle bir medeniyetin çöküşü de çok hazin olmuştur. Kurulmasıyla Avrupa ve dünyaya çok şey kazandıran bu medeniyet, çöküşüyle de Müslümanlara çok şeyler kaybettirmiştir.
Tarık bin Ziyad'ın gemileri yakmasıyla başlayan Endülüs'ün fethi, kararlığın, inancın, azmin, cihad şuurunun ve en sevilenlerden, yani anadan, babadan, yardan ve serden vazgeçmenin bir zaferiydi bu. Ancak Allah'ın nimetlerinin kıymetlerinin bilinmeyişi ve de Kur'an ve sünnete ittiba olmamanın da vermiş olduğu acı bir sonu hazırladı. Allah müslümanlara sayısız nimet veriyor ama, insanlar bu nimetlere kavuştuklarında, sabah akşam şükür ve hamd edeceğine, daha da şaşırıp ve nankörleşiyor. Sonuçta mal da gidiyor elden mülk de gidiyor elden.
Mal sahibi mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan mülk de yalan,
Var gel biraz da sen oyalan.
Yunus Emre
New York caddelerinde bile esmiştir Endülüs rüzgarı; ama Türkiye'ye kapatılmış ve iğdiş edilmiş tarih bilincimiz bu rüzgardan bir esintinin değmemesi için elden gelen yapılmıştır. Bugün hâlâ ayakta duran kral III. Ferdinand'ın Sevilla şehrindeki türbesinin Arapça, Latince, İbranice ve Kastilya İspanyolcası yazılı duvarlarına yahut Toledo'daki San Roman kilisesinin mihrabındaki Arapça yazılarına bakan ziyaretçiler Endülüs'ün bir "kaza" değil, Hıristiyanlar ve özellikle Yahudi-lerin de katılımıyla gerçekleşen bir hoşgörü modeli olduğunu anlayacaklardır. Nitekim ünlü edebiyat eleştirmeni Harold Bloom, "Mevcut kültürel çok kültürlülüğümüz olsa olsa Kurtuba ve Gırnata kültürünün bir karikatürü olabilir" derken unuttuğumuz bir hakikati bizlere yeniden hatırlatmıştır.
781 yıllık Müslüman hâkimiyeti, 2 ocak 1492'de İspanya-Portekiz'deki Gırnata'nın Katolik Hükümdarlarca ele geçmesi ile nihayet buldu. Tarihin bir devresi kapanmıştı. İslâm’ın İspanya’daki son temsilcisi olan Beni Ahmer Devleti tarihe karışmıştı. Yani güdülen “Reconquista” politikası fiilen tamamlanmıştı. Son Gırnata hükümdarı XI. Ebu-Abdullah Muhammed Kuzey Afrika’ya kaçtı.
İspanyollar'ın Gırnâta'daki icraatları medeniyet tarihi bakımından silinemez bir leke olarak kalacaktır. Tam bir barbarlık göstermişler, henüz üstatları olan Müslümanlar'ın seviyesine erişebilmekten pek uzak olduklarını ispat etmişlerdir. Aşağılık bir Kardinal'in emriyle, Girnata şehrinin büyük meydanında 500.000 küsur yazma kitap yakılmıştır. Bütün Avrupa kütüphanelerindeki kitapların yekünundan fazla olan bu kitapları Müslümanlar, 8 asırdan beri dünyanın her tarafından toplamışlardı. İnsanlık âlemi, bu kitapların yakılmasından doğan boşluğu, bugüne kadar telâfi edememiş, en değerli müelliflerin eserleri ateşe verilmiştir. Bu tarihlerde Avrupa'da 10.000 cildi bir araya getiren hiçbir kütüphanenin bulunmadığını da ehemmiyetle hatırlamak lâzımdır.
Müslümanlar, İspanyol zulmü altında bir kat daha bunaldılar. Şimdi Müslüman tebaasının sayısı tehlikeli şekilde artmış bulunan İspanya devleti, bunları imha etmek veya Hristiyan yapmak için, akıl almaz yollara başvurdu. Bugün Endülüs ahalisinin çoğu, bu Hıristiyan olmuş Araplar'ın ahfadıdır ki, İspanyolca'nın Endülüs lehçesini konuşurlar.
Vahşi ve barbar İspanyollar Gırnata'yı işgal ettikleri zaman 1 milyon kitabı yakmışlar. Resmen Endülüs medeniyeti tamamen yok etmişler. Avrupalı bir tarihçi "Endülüslülerden geriye kalan birkaç bin kitap ile Rönesans'ı yaptık" demiştir.
Nâmık Kemal şöyle diyor: "İspanyollar, Gırnâta'yı aldığı zamân, halkı, tebdîl-i dîn icbariyle (din değiştirmeye zorlamayla) ateşlere yakdılar. Biz İstanbul'u aldığımız vakit, her mezhep sahibine, icra-i ayin (ayin yapmak) için, mezuniyet-i kamile (eksiksiz izin, yetki) verdik.”
İşte bundan dolayı bu gerçeklerden dolayı utanması gereken Moğolların vahşetini aratmayacak şekilde bu güzelim medeniyeti yakıp, yıkarak yok eden Avrupalılardır. Diğer eserleri bırakın, sadece bine yakın camiden bile hiçbirini bırakmadılar, ortadan kaldırdılar. Hrıstıyanlar şayet Müslümanların gösterdikleri, hoşgörü, müsamaha, adâlet, din, inanç ve ibadet hürriyetinin yüzde birini bile gösterebilselerdi, bu medeniyet ayakta kalabilirdi ve Müslümanlar bu medeniyeti kaldığı yerden tekrar devam ettirirler ve dünya tekrar bir başka daha güzel olurdu. Kaldı ki bugünkü aklı başında ki İspanyollar kendi tarihlerini okudukları zaman utanç duyuyorlar ve Müslüman olmayı dahi düşünüyorlar ve oluyorlar da...
İşte İspanyolları etkileyen bu şanlı Endülüs medeniyetinin başlangıcı Müslümanların İber Yarımadası'na çıkarma yaptıkları 711 yılında Târık bin Ziyad ve ordusunun Cebelitarık Boğazı'nı geçmesiyle başlar. 1502 yılında, Müslümanların İspanya topraklarından tamamen çıkarılmalarına kadar yaklaşık 800 yıllık bir İslam hâkimiyeti bu topraklarda devam eder. İspanya'nın kuzeyi ile Fransa'nın güneyine kadar yayılan Müslümanlar, Vizigot döneminden kalan kent merkezlerinde hızla yerleşmeye başlamışlardır.
Çok kısa ve özet olarak ifade etmek istersek, yedinci yüzyılda Kuzey Afrika'nın tümünü eline geçirmiş olan ve başkenti Şam'da bulunan Emevi Devleti, sekizinci yüzyılın başında, Cebelitarık Boğazı'nı geçip o zamanlar Vizigotların elinde olan İber Yarımadası'nı da kısa bir süre içinde fethediyor. Endülüs 750 yılına kadar, Emeviler'in gönderdiği valiler tarafından yönetiliyor.
Abdülaziz b. Mervan, Musa bin Nusayr'ı 705 yılında Ifrikiyye valisi olarak atadı. Daha valiliğe gelir gelmez, İslam'ı kabul etmemiş olan ve devlete isyan eden Berberi kabilelerinin isyanlarını bastırdı. Bölgede asayişi sağladıktan sonra hedefini Mağrib-ül Aksa(Fas) olarak belirledi. Nihayet, 708 yılında Tanca'nın fethiyle Kuzey Afrika'nın fethi tamamlandı. Tanca valiliğine de Tarık b. Ziyad'ı getirdi.
Musa bin Nusayr 710 yılında İspanya'ya öncü bir birlik gönderdi. Öncü birliğin raporları ve yerel müttefiklerden alınan bilgiler eşliğinde savaş hazırlığına başladı.
Emevi Devleti Kuzey Afrika'yı tamamen fethettikten sonra, Kuzey Afrika Valisi Musab bin Nusayr 400-500 kişilik öncü bir kuvvetle İspanya'ya (İberya’ya) gönderildi. Bu öncü kuvvet başarılı bir çıkarma yapınca, arkasından hemen Tarık bin Ziyad komutasında on - on iki bin kişilik bir ordu gönderildi. Müslüman orduları Cebel-i Tarık dağları eteklerinde konuşlandılar. Müslümanların İspanya'yı (İberya'yı) fethedeceğini anlayan Vizigotların kralı Rodrigo, Müslümanların ülkesini kuşatmasını engellemek ve önlemek için yüz bin kişilik bir ordu hazırladı. Rodrigo'nun ordusu da aynı dağın eteklerinde konakladı. Her iki ordu karşı karşıya gelmeden önce, İslam ordusunun komutanı Tarık bin Ziyad mücahidlere müthiş bir hitabette bulundu.
MÜSLÜMANLARIN ENDÜLÜS'Ü FETHİ
Endülüs'ün (ispanya'nın) bugün en tanınmış şehirleri, Madrit, Bilbao, Barselona, Malaga, Kurtuba, Granada, Ronda, Sevilla ve daha başka şehirler de vardır ama onlar pek fazla tanınmamış şehirlerdir.
Endülüs'ü fethetmek üzere İslam ordusunun komutanlığına Tarık Bin Ziyad getirilmiş idi. Tarık bin Ziyad ilk askeri başarısını Magrib'de ve Tanca'yı fethederken ortaya koymuş idi. Bu savaşlar sırasında çok büyük hizmetler vermiş, cesareti ve takvası ile takdir edilmiştir.
Tarihçiler, Tarık'ın sözü dinlenir, doğru, iffetli ve çok cesur olduğunu, komutanlığa getirilişinde bu özelliklerinin tesirli olduğunu kabul ederler.
Berberi olduğu zikredilmesine rağmen, Arap dilini çok iyi bildiğini gösteren şiirleri söylemiştir.
Bindik katranlanmış gemilere Allah, nefislerimizi, mallarımızı ve ailemizi, Cennet karşılığında bizden alır ümidiyle... Bu uğurda bir şey istesek kolaytaşır bize, Hiç aldırmayız kanlarımızın akıp gittiğine, Şayet kavuşursak kavuşulması yüce olan şeye…
BOĞAZIN GEÇİLMESİ
Tank B. Ziyad dört gemiyle ordusunu karşıya geçirdi. Bütün orduyu bir defada karşıya geçirmek mümkün olmadığı için, karşı kıyıda müstahkem bir yer tesbit edip orduyu pеуderpey geçirmeye muvaffak oldu. Bu yerin adı bugün Tarık'a nisbetle Cebel-i Tarık diye anılmaktadır.
İSPANYA'NIN KADERİNİ TAYİN EDEN SAVAŞ
İlk hücum Müslümanlardan geldi. Böylece İspanya'nın kaderini tayin edecek savaş başlamış oldu. Güneşin doğuşundan batışına kadar savaştılar. Mağrib'de ondan daha büyük savaş vuku bulmamıştır. Savaşta ölenlerin cesetleri uzun zaman ortada kaldı. Ramazan'ın bitimine iki gün kala başlayan ve bayramı da içine alan bu savaş tam sekiz gün sürdü.
TARIK BİN ZİYAD’IN SADIK RÜYASI
Tarık bin Ziyad karakteri, azmi ve iradesiyle devlet için-de kendini kanıtlamış bir kahramandı. Etkili konuşurdu, güçlü bir hatipti. Emrindeki üç yüz Arap asker dışında, bu fetih ordusunun tamamı Kuzey Afrika kökenli Berberilerden oluşuyordu.
Ordu gemilerle Akdeniz'e açıldığı sırada yani İber Yarımadası'na doğru seyir halindeyken Tarık bin Ziyad geminin güvertesinde daldı, onu hafif bir uyku hali kuşattı. Rüyada karşısında Resulullahı gördü. Peygamber efendimiz yanında dört halife olduğu halde su üzerinde yürüyerek gemilerin yanı sıra karşı sahile birlikte geçiyorlardı. Resulullah ve Ceharı yarı Güzin, Hulefa-yi Raşidin, Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali efendilerimiz de zırhlarını giymiş, kılıçlarını kuşanmış ve yaylarını germiş olarak düşmana hücum etmeye hazırlanıyorlardı. Peygamber Efendimiz, Komutanın yanına yaklaştı işaret parmağını doğrultarak O'na ismiyle seslendi:
“Ey Tarık, yoluna devam et! Maiyetindeki Müslüman askerlere daima iyi davran, gönüllerini hoş tut ve gayrimüslimlerle yaptığın anlaşmalara sadık ol ve onlara adil davran!"
Tarık bin Ziyad heyecan içinde gözlerini açtı. Sevincinden yerinde duramıyordu. Peygamber efendimizi hâla yanında hissediyordu. Endülüs'ün fethinden emindi artık. Resulullah'ı görmek zaferin teminatı idi. Gördüğü sadık rüya-da peygamber efendimiz O'na bu müjdeyi vermişti. Bugün Cebeli Tarık adı verilen sahilde karargâhını kurdu. Orduyu İspanya sahiline çıkaran bütün gemileri deniz üzerinde ve askerlere göstere göstere birer dal çıra gibi yaktı. Sonra yüksek bir yere çıktı. Orduya karşı, bindiği atı üzerinde çok tesirli bir konuşma yaptı:
TARIK BİN ZİYAD’IN KONUŞMASI
İki ordunun karşılaştığı yer ve zamanda Tarık askerlerine şöyle bir konuşma yaptı:
Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanızda deniz, önünüzde düşmanlar ve kaçacak hiçbir yeriniz yok. Vallahi, sabır ve sebattan başka yapacağınız bir şey de yok. Düşmanınızın bütün gücüyle üzerimize geldiği apaçık bir gerçektir. Üstelik yiyecek ve teçhizatı da boldur. Halbuki bizim kılıçtan başka silahımız ve düşmanın elinden alacağımız yiyecekten başka erzağımız da yoktur.
Hiçbir şey yapmadan şu durumumuz birkaç gün devam etse kuvvetten kesiliriz. Bizden korkan düşman da halimizi görüp bize karşı cesaretlenir. Bu kötü akibete düşmekten kendinizi koruyarak şu azgın düşmana karşı görevinizi gereğince yapınız.
Müstahkem şehirler ve güçlü düşman karşınızdadır. Ölümden korkmazsanız bu fırsatı değerlendirmek ve zafere ulaşmak mümkündür. Şunu kesinlikle biliniz ki, bu savaşta ben sizden daha fazla emniyette değilim. Yine iyi biliniz ki, eğer şu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir hayata kavuşursunuz. En ucuz malın can olduğu pazara sadece sizi sürmüyor, bilakis önce kendi canımdan başlıyorum. Canınızı düşünerek benden yüz çevirmeyiniz. Siz de benden daha fazla bir zorluğa katlanmayacaksınız. Sizin payınıza da bana düşenden fazlası düşmeyecek. Hepimiz aynı kaderi paylaşıyoruz.
Emir-ül müminin kahramanları içinden sizi seçti.
Çünkü sizin savaştan korkmadığınıza ve süvarilerle çekinmeden vuruşacağınıza ve sizin bu yaptığınız cihattan gayenizin ilayi Kelimetullah olduğuna ve dolayısıyla, bu uğurda sevap kazanacağınıza güvenim sonsuzdur. Böylelikle İslam dinini bu ülkeye yerleştireceğinize inanıyor, elde edeceğiniz ganimetin tamamını size bırakmaya söz vermiştir. Allah yardımcınız olsun. İki cihanda sizin bahadırlığınız daima anılacaktır.
Biliniz ki sizi davet ettiğim şeye ilk icabet eden ben olacağım ve kesinlikle bilin ki iki ordu savaşa başlayınca bizzat kendim Rodrigo denilen azgına hücum edip inşallah onu öldüreceğim. Siz de benimle birlikte saldırın. Eğer onu öldürdükten sonra ben de ölürsem sizi ondan kurtarmış olurum. Başınıza itaat edeceğiniz bir kahramanı getirmekten aciz değilsiniz. Eğer ona yetişemeden ölürsem benim bu arzumu terketmeyin ve onun üzerine yüklenin. Onu öldürmek suretiyle bu ülkenin fethini tamamlayan. Çünkü düşman askerleri o öldükten sonra dağılırlar ve bir daha toparlanamazlar."
Bu hitabeyle kendilerine olan güveni artan ve moralleri iyice yükselen müslüman askerleri üzerlerine düşen görevi en iyi şekilde yapacaklarına söz verdiler ve savaşa girmek için sabırsızlanmaya başladılar. savaşlarda silah kadar da önemli olan en büyük güç moral ve motivasyondur. Bu moral ve motivasyonu sağlayacak olan da komutandır, liderdir ve önderdir.
Şanlı bir fetih zaferiyle sonuçlanan bu seferden sonra Afrika'dan gelen Müslümanlar 8. asırdan 10. asıra kadar kuzeydeki birkaç bölge dışında İspanya'ya hakim oldular ve burada Endülüs medeniyetini kurdular. İlmin merkezi olan üniversiteler açarak, İslam medeniyetlerini buraya yerleştirdiler. Endülüs Emeviler Devleti'nde İmam-ı Kurtubi, Satibi, İbn-i Hazm ve Nurettin Batruci gibi birçok âlim yetişti ve buradaki üniversitelerde hocalık yaptılar. Papa ve krallar dahil birçok Avrupalı bu üniversitelerde ilim tahsil etmişlerdir. Bugünkü birçok müsbet ilimleri batılılar bu üniversitelerden öğrendiler. Onbirinci yüzyılda bu ülkenin iç karışıklıkların-dan faydalanan Hıristiyanlar kuzeyden başlayarak yarıma-dayı tekrar ele geçirdiler. 1276 yılında Müslümanların elinde yalnızca güneydeki Granada şehri kalmıştı. 1492'da Aragon ve Castilla krallıkları tek bir krallık altında birleşerek güçlü bir devlet kurdular. 1942'de Müslümanların son kalesi Granada Krallığı yıkıldı. Aynı yıl Kristof Kolomb, İspanyol hükümdarının maddi yardımıyla Amerika'ya varan ünlü gezisine çıktı. Bu yolculuk. İspanya'nın dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarından birini kurmasına yol açtı. 1588 yılında İspanyol donanmasının İngiliz donanmasına yenilmesini takip eden taht ve din kavgaları sonunda İspanya zayıflayarak çökmeye başladı. 1640'ta Portekiz'i, 1714'te ise Avrupa'daki bazı topraklarını ve Cebelitarık'ı kaybetti. Yani İslâm'ı ve Müslümanları İber Yarımadası'ndan adeta kazımak isterken aslında İslâm’ın ve Müslümanların ahı üzerine kurdukları sömürge imparatorluğu İspanyollara hiç hayırlar getirmedi.
Ee boşa dememişler:
“Ağlayanın malı gülene hayretmez” diye…