Uğur UTKAN


Türk Tarihinde Rekabetler ve Bu Rekabetler Üzerinden Taraf Tutma Yanlışlığı

Türk Tarihinde Rekabetler ve Bu Rekabetler Üzerinden Taraf Tutma Yanlışlığı


Türk Tarihinde Rekabetler ve Bu Rekabetler Üzerinden Taraf Tutma Yanlışlığı

Türk tarihine ideolojik bakan yanlış tarih telâkkisi Temir'in yabancı, Tatar ve düşman sayılması sonucunu doğurmuştur. Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre Aksak Temir Bek Hunlar, Gök Türkler ve Çengiz gibi mefkûrevî Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim, yani Türkiye Türklerinin milli düşmanı saymak yanlış bir tarih bakışıdır. Bir Türk'ün olması gereken tarihi görüşü Ankara Savaşı'nı bir düşman istilası değil bir kardeş kavgası saymaktır. 

Ankara Savaşı'nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım'ın ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan haini miydi? Bu kadar çok vatan haininin bir araya gelmesine imkân var mı? Onlar bu hadiseyi Timur'un bir istilası olarak değil bir kardeş kavgası, bir hanedan ve otorite kavgası sayıyorlardı. Aksak Temir Bek umumî Türklük bakımından suç işlemiş midir? Bunun değerlendirmesi ayrı bir minvalde yapılabilir. Fakat şunu kimse unutmamalıdır ki her insanda kusur bulunabilir. Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz Fâtih, Yavuz, Kanunî, hatta Alp Arslan'da kusur yok muydu? Gene en büyük fertler sayacağımız Mete'de, Kür Şad'da, Tonyukuk'ta, Kül Tegin'de birtakım kusurlar bulunmaz mı? Elbette Aksak Temir de büyük Türklük bakımından birtakım hatalı hareketler yapmıştır. Fakat o ilerisini görebilen bir insandı. İslav tehlikesini görmüş ve Yıldırım'a Rus-Leh-Litvan sürüsünü müştereken imha etmek teklifini yapmıştır. Avrupa şövalye ordularını tepeleyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu reddetmiştir. Acaba reddetmeseydi de o iki muhteşem ordu birleşseydi ne olurdu? Ünlü bir şairin dediği gibi:

Bütün Türkler bir olsa başkalaşır gidişler...

Yıldırım, Timur'un kendisine sunduğu teklifi reddettiği gibi Aksak Timur’la arasındaki mektuplaşmaların ilkinde Timur tarafından kendisine yazılan birinci mektupla özetle; “...Kara Yusuf ile Bağdat Sultanı olan Ahmed Celâyir’in, Osmanlı idaresine sığınma taleplerinin kabul edilmemesi, bu iki kişinin yakalanıp aileleri ile birlikte ya kendisine teslim edilmeleri veya öldürülmeleri, ya da ülke sınırları dışına çıkarılmaları…” gibi kendisine iletilen alternatif teklifleri de emr-i vâki saymıştır. Dahası muhtemelen kendisine iltica edenlerin kışkırtmalarından dolayı olsa gerek Timur'un taleplerini sıraladığı mektuba karşı verdiği çok sert ve hakaret edici cevabî mektubunda ; “...Ey ihtiyar köpek, tekfurdan daha şiddetli kâfirsin. Mektubunda bizi korkutmak ve hile ile kandırmak istemişsin. Osmanlı sultanlarını, Acem padişahlarına benzetme. Osmanlı askerleri de, ne Kıpçak ülkesi Tatarı gibi sıradan insanlar, ne de Hint toplulukları gibi başıboş, sere serpe avare kalabalıklar değildirler. Osmanlı askerleri, Irak ve Horasan askerleri gibi hamiyetsiz ve perişan olmayacak kadar onurlu askerlerdir. Yine sen, Osmanlı askerlerini Şam ve Haleb(Memlûk) askerlerine de benzetmeyesin...” şeklinde ifadeler kullanmıştır. 

Yukarıda mektup içerisinde anılan tüm bu ülkeler, Timur’a mağlup olmuş yerler olduğu için, Yıldırım Bayezid buraları kötü birer örnek olarak Timur’a göstermek istemiştir. Ayrıca Yıldırım’ın mektubunda adları geçen İslam ülkelerinde Timur’un, çok sayıda Müslümanı öldürdüğü ve şehirlerini harab ettiği kaydedilmektedir ki, bu durumu Timur da söylemekte bir beis görmemiştir. Böylesine bir âkibete uğramak istemeyen Yıldırım Bayezid, işi savaş yoluyla bitirmek istemiş olacak ki ona yazdığı cevabında; “...bu mektup eline geçtikten sonra savaş meydanına her kim ki gelmeyip kaçarsa, onun eşi üç talakla kendisinden boş olsun...” diyerek, Timur’u savaş meydanına davet etmiş, gözdağı vermiştir.

Mektuplaşma sürecinin ilk safhasındaki bu sert ve aşağılayıcı ilk mektuplardan sonra, taraflar daha temkinli olmayı yeğlemiş olmalı ki mektuplaşmanın ikinci safhasından itibaren üslûplarını yumuşatmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Şöyle ki;

Timur; “...Sen kendini Allah yolunda cihad eden, bizi ise haksız yere kan döken bir kâfir ve beni yeni yetme bir savaşçı saymışsın. Bil ki, ben kırk yıla yakın bir süredir nefsimi cihada adamışım. Bu cihatlar sonunda kaleler ve ülkeler feth ederek, beldeleri kurtarmakla meşgulüm. Kaldı ki bu halim, dünden daha açık ve kesindir. Bu mücadeleler esnasında, çok sayıda kişi bize itaat etmiş ve yolumuzda canlarını feda etmiştir. Siz niçin bize hizmet etmekten kaçıyor, sevgi göster miyorsunuz? Hem yaşça da senden büyük durumdayım. Bu güne kadar hangi tarafa gittiysem, kısa sürede orayı ele geçirdim. Sivas’ı da kısa zamanda elde ettim. Sen Malatya’yı muhasara ettin, dört ay elde edemedin ve geri dönmek zorunda kaldın. Sinop Kalesini ne zamandan beridir elde edemedin. Mektubundaki gibi tehdit ve gurura kapılma, akıl yolundan uzak sözlere cesaret etme. Kaldı ki Sivas’ta ele geçirdiğim adamlarınızdan durumunu anlamış haldeyim. Dolayısıyla pek çok Müslümanı rencide etmek, han ve mallarını harab etmek uygun görülmemiştir. Bu sebeptendir ki, güzel cevap vermeyi yüksek bir iş olarak bil, ülkeni harap etmekten kurtarmış olursun. Bizimle anlaşma yoluna döner, özür dileyen bir ifade ile cevap verirsen, aramızda dostluk ve sevgi olur. Böylece Frenk kâfirine fırsat vermemiş olur, biz de, Sivas’tan çekilerek geri döneriz. Bizim niyetimiz ve meylimiz sizi zayıf düşürerek meşgul etmek, böylece kefere dinine yardım etmek değildir. 

Bizi ve askerimizi kâfir, dinsiz, sapık itikatlı mezhep sahibi ve çirkin âdetleri bulunmakla itham etme. Bizim askerimiz babadan ataya Müslüman ve Müslüman çocuklarıdır. Niçin hidâyete layık olmasınlar? Kaldı ki, Osmanlı’nın askerleri çoğunlukla kâfirlerden devşirme olduğu açıktır. Davamız cihangirlik olup, saltanatımız adına hutbeler okunmaktadır, sikkeler basılıdır. Müslümanların ûlü’l-emri olduğumuzda şüphe yoktur. Bizim soyumuz, İlhân-ı Âlişân’a ulaşmaktadır. Eğer samimi selâmınızla beraber iyi ifadeler içeren mektubunuz gelirse, her iki taraf arasında yumuşama ve sevgi peyda olur. Aksi halde kılıç ortaya çıkınca, kaleme yer kalmaz ve’s-selâm...” ifadelerini içeren ikinci mektubunu Yıldırım Bayezid’e göndermiştir.

Yıldırım Bayezid; “...Zamanın cihan sultanı olan Timur-i Köregen, Sivas’a gelip yerleşmeyi, bizim Tebrîz’e yöneldiğimize benzeterek tuhaf kıyaslamada bulunmuşsun. Kaldı ki biz, Kefe’den Şirvan’a varıp, o ülkeye asker çıkarsak, kim mani olabilir? Kıpçak halkı sizden bıkıp usandığı için bizimle beraber olmayı tercih etmektedir. Malatya ve Sinop hususundaki iddianız da doğru değildir. Bazı sebeplerden dolayı muhasaradan vazgeçilmiştir. Yoksa bizim askerimizin azlığı veya sizin askerinizin çokluğundan dolayı olmamıştır. Kastamonu ve Karaman hakimlerinin inatları ve o sırada fırsat bulup, bazı vilâyetlerimize saldırmaları, bizim Malatya ve Sinop’taki muhasarayı kaldırmamızı zaruri kılmıştır...” dedikten sonra mektubuna devamla; “...İyi bil ki, atam Ertuğrul Han üç yüz kadar gazisiyle beraber, Hülâgû Tatar’ından onbin Tatar’a vurup, Alâeddin Keykubât’a galip gelenleri mağlup etmiştir. Bundan sonra devlet idâre etme şerefine nâil olmuş, hil‘at kendisine verilerek, Allâh’ın lutfu ile Âl-i Selçûk’un yerine idareyi elde tutması isyân ve baş kaldırma ile olmamıştır. Osman Bey’in ilk culûsundan itibaren, dört tarafında bulunan kâfirlerle gece-gündüz iki yüzbinden fazla askeriyle cihat etmiştir. Bu saltanat yıldızımız bugün dördüncü tabakaya erişmiş ve şimdiye kadar fethettiğimiz kale ve kasabaların sayısı geçmiş sultanların hayalinden geçmesi dahi mümkün olmamıştır...” sözleriyle Osmanlı saltanatının tarihî seyrini açıkladıktan sonra, Osmanlı'nın iktidar amacını şu ifadelerle duyurmaya çalışmıştır;“...Bizim nazarımızda; dünya ve içindekilerin kıymeti, Allah yolunda cihat etmenin yanında saman çöpü kadar değeri yoktur. Osmanlı askerine Abdullâh oğlu demekten fazlasıyla zevk duyarız. Çünkü bütün sahâbe-i kirâmın ataları kâfir iken, kendileri müslüman oldular. Böyle müslüman olanlar, insafı olmayan müslüman-zâdelerden çok çok üstündürler...” şeklinde dinî kanaatini ifade etmiştir. Timur’un istila ettiği İslam ülkelerinde yaptıklarını tasvip etmeyerek; “...Siz Sivas’ı harap idüp, ehl-i İslâm’ın ırzını pâyimâl etdükten sonra ne denilebilir ki! Siz, ilk suçlamayı kendinizden gidermeye uğraşıyorsunuz. Arapça ve Farsça gelen mektuplarınızda sertlik, kabalık, kibir ve gururdan başka bir nesne yoktu. Âl-i Osman, hile ile ülkeleri kendisine mülk edinmemiştir. Mektuplarımız akıllı devlet erkânımızla yapılan istişâreler sonrası yazılmıştır...” tepkisini göstermiştir.

Görüldüğü gibi Yıldırım Bayezid, Timur’dan gelen ikinci mektuba, iltifat gösteren diplomatik bir üslûpla cevap vermiştir. Timur’un İslâm âleminin liderliğini temsil edemeyeceğini belirtirken, Osmanlı Sultanları, liyâkat ve meşru yollarla iktidarı elinde bulundurdukları ve tek gayeleri, Allâh yolunda cihat etmek olduğu, mal ve arazi elde etmek gibi dünyevî emeller peşinde koşmak olmadığını özellikle belirtmiştir. Ayrıca Osmanlı ordusu, fethettiği ülkelerde Timur’un yaptığı gibi yıkıp yakarak harap etmediklerini de söyleyerek onu, Osmanlı idaresi altındaki yerlere saldırıda bulunma düşüncesinden vaz geçirmeye çalışmıştır Timur’a yazılan ilk cevap niteliğindeki mektupta, Yıldırım Bayezid’in ağır ifadeler kullanmaya, onun ilk mektubundaki sert ve kaba sözlerinin yol açtığını izah ederken, ikinci cevap niteliğindeki mektupta Yıldırım Bayezid yumuşak bir ifade ile meseleyi hal etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Çünkü Timur, Anadolu’ya bu seferden önce geldiğinde verdiği zararı Yıldırım Bayezid çok iyi bilmektedir. Timur’u engellemek için onun psikolojisini bozmak ve vazgeçirmek niyetinde olduğu açıktır. Ancak, Bayezid’in yazdığı ağır ifadeler, ona karşı duyduğu öfkenin mektuba yansımasıdır. Zira, Sivas’ın ilk defa Timur tarafından tahrip edilmesi ve Yıldırım Bayezid’in oğlu Ertuğrul’un öldürülmesi sonrasında, Bayezid’in “Çal çoban çal, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü, Sivas gibi kalen mi yıkıldı.” dizelerini söylemiş olması, onu ne derece üzdüğünü göstermektedir.

Timur, kendisine Yıldırım Bayezid tarafından gönderilen ikinci yanıttan sonra “...Sungur Çavuş ve Hacı Bayezid ile gönderdiğimiz haberler doğrudur. Sizin küffârla savaştığınızı biliyoruz. Bu tarafta Gürcü kâfirlerle biz savaşıyoruz. Hem siz hem de bizler bu konuda mutluyuz. Bu durumun sayısız faydaları her iki tarafa olmaktadır.Yazdıklarımızda zerre kadar şaibe ve şüphe olamaz. Antlaşma kararı olursa, Mısır’la aramızda olanlardan ıslâh edici olunması isteğiniz uygun görülmemiştir. Çünkü ölen eski Mısır Vâlisi, elçilerimizden Irak ve Acem’in büyük saygı duyduğu Bahaddin Savcı’yı haksız yere öldürdü. Yine uzun süredir hapsettiği Gönültaş’ı serbest bırakması için elçi gönderdiğim halde isteğimi yerine getirmedi ve o günahsızı hiç endişe duymadan katletti. Biz Şam ve Haleb’e geldiğimizde, Mısır’da Hacı adındaki elçileri gelip haps olunan Otlamış’ı Haleb’e gönderelim dediler. Fakat bu sözün de aksini yaptılar. Timur, Osmanlı sultanının Memlüklerle irtibat kurmasına, bağları kuvvetlendirmesine vesile olacak faaliyetlerden rahatsız olduğunu ve Yıldırım Bayezid’in muhtemelen elçileri vasıtasıyla sözlü olarak Mısır Valisi olan kişi hakkında akrabalık ve kutsal mekanlara idarecilik yapmış olması, Timur ile Yıldırım Bayezid arasında arabuluculukta bulunmasına itiraz edip, rıza göstermeyerek; “...Senin, şimdi Mısır Vâlisi olan kimseye oğlumuzdur demeni uygun görmedik. Onu Sultânu’l-Harameyn elkâbıyla anmanız doğru olmaz. Belki Mücâvirü’l-Harameyn demeye lâyık değillerdir...” tepkisini bildirmiştir. Ancak Yıldırım Bayezid’in göndermiş olduğu önceki mektubu incelendiğinde Memlük Sultanı için yukarıdaki ifadeleri kullanmadığını görüyoruz. Acaba Karaman Beyliğine ait bazı kimselerin Osmanlı elçilerini ele geçirip, gönderilen mektuptaki ifadeleri değiştirdiklerine dair Bayezid’in kastettiği hadise bu sırada olmuş olabilir mi, sorusu akla gelebilir.

Timur mektubuna devamla; “...Bize dost olmayanı, kendinize yakın ve sevdiklerinize dahil etmeyiniz. Saltanat işleri nezâkete bağlıdır. Dikkat edilecek yönleri çoktur...” şeklinde tavsiye ve isteklerini dile getirmiş, “...Ahmed Celâyir şimdi Bağdat yakınlarına gelmiş, biz de oraya asker göndermişiz. Tekrar size taraf kaçar gelirse sahip çıkmayıp, bilâkis yakalayıp bize teslim etmeniz sizden isteğimizdir. Erzincan’a varıp, yerleri tahrip için şimdilik serhadda durularak elçilerinizin gelmesini beklemekteyiz...” şeklinde düşüncelerini Yıldırım Bayezid’e iletmiştir.

Yıldırım Bayezid; Timur’un mektuplarında yer alan isteklerini kabul etmeyerek, onu kendi atası olan Hülâgu’nun sergilediği tutuma davet etmiş, Osmanlı ülkesine sığınan Bağdat Sultanı Ahmet Celâyir ile Kara Yusuf’u teslim alma arzusundan vazgeçmesi için; “...Mısır hakimi ile aranızda geçen olaylardan dolayı bizim niyetimizi doğru anlamamışsınız. Biz arzu etsek Mısır’ı feth etmeye her zaman kadiriz. Ahmet Celâyir tekrar geri Osmanlı topraklarına gelirse, Kara Yusuf ile birlikte ikisini size teslim etmemi istemişsiniz. Biliyorsunuz ki Hûlâgu Dârü’s-Selâm’ı alıp İran’ın çoğunu eline geçirdiği sırada, halifenin amcası çocuklarından bir iki kişi Mısır’a Kâhire Vâlisi Baybars’a sığındılar ve onun himayesine girdiler. Hülâgu’nun Bağdat Vâlisi olan Karaboğa Noyan, Baybars’la cenk ettiler. Halifenin amcasını Mısır askeri sanıp, orada şehit ettiler. Kaçanlar şimdiye kadar Kâhire’de kaldı ve Hülâgû Han onları geri istemedi ve takip de etmedi. Şimdi bu dostunuz feleğin tokadını yemiş bir iki kişiyi himaye etmekle hatırınızı kıracak bir durum olamaz. Zira Hülâgû böylesine cüz’i şeylerden vazgeçmiştir. Muradımız Sivas ve çevresinden elinizi çekmenizdir. Bunu yerine getirmeniz güzel bir işaretinizin gereği olduğu anlaşılacaktır. Ancak her hâlde Allah’ın takdirinden kaçılmaz ve bizim kimseden korkumuz yoktur...” şeklindeki düşüncelerini bildirmiştir.

Timur, Yıldırım Bayezid ile savaşa girmenin riskli olabileceği husussunda tereddüte düşmüş, elçiler vasıtasıyla savaş yapmadan amacına ulaşma yoluna gitmiştir. Diğer taraftan Yıldırım Bayezid, onun isteklerini yerine getirmekle, otoritesinin sarsılacağı, tarafında yer alan kimselerin Osmanlı idaresine güvenlerinin kalmayacağı ve Osmanlı geleneğine ters düşen “Kendisine sığınan kimseyi düşmanına teslim etmek” durumda olmak ismediği için Timur’a olumlu cevap vermediği anlaşılıyor.

Karşılıklı yazılan mektupların dördüncüsü ve en sonuncu mertebesinde Timur’un, Osmanlı idaresinden birkaç kale ve şehrin kendisine teslim edilmesi gibi kabulü mümkün olmayacak yeni şartları da ilave ederek, savaş niyetini daha açıkça belirttiği görülmektedir. Hatta mektuplarda geçmeyen, ancak bazı tarih araştırmalarında rastladığımız “Timur, Yıldırım Bayezid’den oğullarından birini kendisine rehin bırakması” isteğinde de bulunduğunu kaydetmişlerdir.

Timur; “...Şimdiye kadar sulh için çalıştım ve nihayet Sivas’a gelmem söz konusu oldu. Kâfire fırsat vermemek, İslam diyarlarını harap etmekten endişe edip, Şam tarafına giderek Mısır azizinden intikamımızı aldık. Sizin hasta olduğunuz hususu ağızlarda dolaşırken, biz bunu fırsat bilip dikkate almadık. Ancak siz fırsat bulunca bize bağlı olan Erzincan’a gelip valimizi rencide ettiniz. Adamımız olan Taharten (Muttaharten) sulhu sağlamak için sizin pişman olduğunuzu bize yazmıştır. Biz de güvendik ve sulh için antlaşmaya varılacağı umuduyla birkaç kez mektuplar gönderdik. Ama siz gittikçe artan bir katı tutum içerisinde oldunuz. Tâ ki biz ve askerimiz için kâfir ve kâfirden daha eşed kâfirlerdir demeniz sözü her yerde söylenir olmaya başladı. Elçileriniz olan Sungur ve Ahmed adamlarınız uzun süredir yanımızdadırlar. İslamlığımızı ve inancımızı biliyorlar. Hedefimiz Kefe ve Kırım yönüne iken, Şirvan’dan geri dönüp tekrar Erzincan’dan o tarafa varmak icap etti. Semerkand’da bulunan oğlum Muîneddin Muhammed Sultan Bahadır da askeri ile birlikte bana katılacaktır. İsteğimiz Erzincan’a varmadan ve askerimiz şehirlerinize girmeden önce Sivas, Malatya, Elbistan, Erzincan ve Kemâh’ın bize bırakıldığını sağlam bir ahitnâme ile bildirmenizdir. Sulha muhalif değilim ve bağlıyım. Bu sulhun bir sûretini Mekke-i Mükerreme’de Bâbü’l-Harâm’da kapalı muhafaza olunsun ki, kimin bu sulha uyup uymadığı ortaya çıksın. Bu mektup Sungur, Ahmed ve Hacı Bayezid ile gönderildi.”

Yıldırım Bayezid; savaşın olmaması için Timur’u ikna edebilecek bazı durumları açıklamayı uygun görmüş, antlaşmaya razı olduğu, belki de bazı ön şartlarını kabul edebileceği intibaını vermek isteyerek; “...Timûr-i köregen hazretleri, ilgi uyandıran antlaşmaya dair mektubunuz, ben Sivas’a geldikten sonra ulaştı. Ben bu sırada antlaşma hazırlığı içerisinde bulunuyordum ki; Nâgâh(vakitsiz saatte) sulha muhalif bir başka mektup Karaman fesatları elinden orduyu humâyûnumuza erişti ve antlaşmanın gecikmesine sebep oldu. Devlet erkânımızdan akıllı kişiler bu durumu şöyle değerlendirdiler. İkinci mektup ilk karışık dönem sürecinde yazılarak elçi ile gönderildi. Karaman topluluğu ki eskiden beri ocağımızın düşmanı olmuşlardır, bunlar elçimizi öldürüp, fitne iyice ayyuka çıkıncaya kadar mektubu sakladılar. Musâlaha olacağı ihtimâlini görünce, bu kez bazı rezilleri üzerimize gönderip bizi şüpheye düşürmüşlerdir. Rezillerin eline düşen mektubun gecikmesinin sebebi dahi biz olmadığımız hususu malumunuzdur. Bu durumu yaltaklanma olarak görürseniz hayır, asla düşmandan yüz çevirmek âdetimizden değildir. Sulh ve cengin cezası ve mükâfatı buna sebep olan tarafa aittir. Eğer bir kimse fitneye sebep olursa, Allah’u Teâlâ onun cezasını versin…”

Ezcümle netice olarak Osmanlı tarihi içerisinde önemli tarihî bir olay sayılan Ankara Savaşı öncesinde, taraflar arasında yapılan diplomatik yazışmalara ait mektuplar, dönemin tarih çalışmaları için oldukça önemli belgeler olduğu gibi hiçbirinin diğerinden daha az dindar olmadığını da ortaya koymaktadır. Kaldı ki Aksak Timur Ehl-i Sünnet’te oldukça hassastı. Aynı zaman Nakşibendi tarikatına mensuptu. Sefere çıkarken seyyar mescitle dolaşırdı. Yezid'in kabrini bir tekmeyle yerle bir ederek Hz. Hüseyin'in intikamını almış, Horasan valisi Kuteybe bin Müslim için türbe yaptırmıştır. 

Bu arada Aksak Temir, yalnız büyük Türk şairi Abdülhak Hamid tarafından başka bir görüşle mütalâa edilmiş ve kendisine hak verilmiştir. Hamid'in «Kambur» adı altında birleştirdiği beş eseri vardır: İlhan, Tarhan, Tayıflar Geçidi, Ruhlar, Arzîler. İlk ikisi dünyada, üçüncü ve dördüncüsü uhreviyet âleminde, sonuncusu yine dünyada geçen ve birbirinin zeyli olan bu eserlerin üçüncüsünde Aksak Temir'in ruhu da konuşmaktadır. Eserlerin baş kahramanı olan Kambur, Hamid'in kendisidir. Şair bütün fikirlerini, felsefesini, herşeyini ona söyletmektedir. Kambur'un kendisi olduğunu bizzat tasrih ediyor.

Herhalde büyük adamlardaki altıncı duygunun, sezginin tesiri ile Hamid, onun ülküsünü kavramış, takdir etmişti. Hamid, Tayıflar Geçidi'nde Temir'in ruhuna şöyle dedirtiyor:

Ben a'recim (topalım), yolumda fakat sanma aksadım, Tâtâr ü Türk'ü müttehid etmekti maksadım. İnsan yaratmak üzre yok ettim cenînleri: Elbet duyulmaz onların âh ü enînleri... Dâr-i fenayı ben boyadım keyfe mettafak, Sizler o renge kan deyiniz, ben derim şafak; Tathîr için zamâneyi kanlar döken, yıkan, Mâfû olur melâikeden almış olsa kan...

İnsan yaratmak üzere cenînleri yok etmek, büyük eser çıkarmak için yapılan acı bir ameliyedir. Ve başkalarına kan rengi gibi gözüken şeyin şafak olması da beşerî her hâdisenin zıt olan zümrelere başka başka gözükmesinden ibarettir. Devrin çirkefini yıkamak için kan kullanmak ve bu kanı meleklerden almak Hamid'e yakışan heybetli bir fikirdir.

Aksak Temir «zamâneyi tathîr> için kan kullandı. Fakat bu temizlik için onun Hint, Acem, Ermeni, Firenk kanı dökmesini vahşet saymak gafletine düşemeyiz. Hiçbir millet tarih huzurunda kendi kendisini suçlama yanlışına düşmüyor. Fakat bizde bu yanlışa çok sık düşülmektedir maalesef. 

Temîr'i Anadolu'yu yenip dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu II. Murad, Türkistan'daki Temir ile oğlu Şahruh'a tâbi birer hükümdardılar. Bu suretle de bir Türk birliği bilfil tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye'deki Osmanlı hanedanının hâkimiyeti ancak Fâtih devrinde başlamış ve Cumhuriyete kadar devam etmiştir.

Ayrıca Timur'un Sivas'ı yakıp yıkarak 100.000 insanı esir alıp ülkesine zorla götürdüğü iddialarına da kesin bir yanıt sunmak gerekir ki o süreçte nüfusu 10.000 civarında bile olmayan bir yerden 100.000 insanı götürebilmek nasıl mümkün olabilir? Ayrıca Yıldırım, Timur'a esir düştükten sonra hastalanınca Timur, Yıldırım'ın sağlığıyla yakından ilgilenmiş, en mahir hekimlerini seferber etmiştir.

Yıldırım'ın Timur'a yenilip esir düşmesi de Germiyan beyinin ihaneti yüzünden olmuştur. 

Şimdi elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin, bir tek medeniyetin, bir tek milletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir ile Yıldırım iki düşman ordusunun kumandanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karamanoğulları ile Osmanoğullarını veya Osmanlılarla Karamanoğulları da ayrı devletler ve millî düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hanedanın tarafını tutarak kendimizi onun milletinden saymaya hakkımız yoktur. Buna hakkımız olmadığı gibi, devletimizin kurulduğu toprakları da bugün yabancı ülke saymaya mezun değiliz. Türkiye, Rumeli'yi fethedip de -Allah göstermesin- Anadolu'yu kaybetse, Anadolu toprakları da bizim için yabancı mı olur? Millî durum yalnız bir ânın, bir zamanın durumu değildir. Çünkü millet de yalnız bir zamanda yaşayan insanlar değildir. Dün yaşamış olanlarla yarın yaşayacaklar da Türk milletini teşkil ediyor. Dünkülerin hakkını feda edemeyiz. Bu devleti kuranların ve bize bugün burada yaşamak imkânını verenlerin mezarları ile dolu yerleri düşünüp sevmek hakkımız ve vazifemizdir.

Kardeş kavgası her yerde olur. Napoleon, Almanya'yı istila ederken Cermanya İmparatorluğunu teşkil eden devletlerden bazıları Napoleon'la birlikte asıl Almanya'ya karşı savaşmışlardır. Fakat Almanlar, Prusya ve Baviyera'yı ayrı devlet ve millet saymadıkları gibi, Baviyera'lıları da hain telâkki etmemişler, çocuklarına tarih okuturken yine tek Almanya'dan bahsetmişler, ancak bu kardeş kavgalarından bazı ibretler çıkarmaya çalışmışlardır.

Hakeza Irak’ın 1990’da Kuveyt'i işgali tıpkı ABD’nin 2001’de Afganistan’ı ve 2003’te Irak’ı işgal etme durumlarında olduğu gibi başka bir dinden veya milletten olan ülke askerinin başka bir dine veya millete sahip ülkeyi işgali değildi. 1990’da işgal eden Irak da, işgale uğrayan Kuveyt de Müslüman Arap ülkeleriydi. 

Nazi Almanyası, Çekoslovakya'yı istilâ edip dünya basınının hücumlarına uğrayınca Hitler cihana karşı şu gerekçeyi ileri sürmüştü: «Alman imparatorlarının Prag'da yaşamış olduğunu unutuyorlar.» Görülüyor ki başka milletleri istila emelleri için bile eski birlik hakkına dayanıyorlar.

Hakeza Irak diktatörü Saddam da Kuveyt'i işgal ederken Irak'ın Osmanlı dönemindeki haliyle Basra Eyâleti sancaklarından Necid'e bağlı bir kaza olarak Kuveyt'in zaten Irak'ın bir kenti olduğunu iddia etmiştir. 

Öte yandan Türkçe'yi resmi dil olarak kabul gören Karamanoğulları üzerinden de tarihimizi kutuplara ayırma çabasının devam ettirildiğine üzülerek şahit olmaktayız. 

Karamanoğulları Beyliği'nin son temsilcisi olan ve Tebriz'de Akkoyunlular'ın misafiri olarak büyüyen Mustafa Bey, Karaman Eyaleti'ndeki yönetimden rahatsızlık duyan Varsak ve Turgut aşiretleri tarafından Anadolu'ya davet edilince 1500 yılında II. Bayezid Mora'da iken Mersin'e geldi. Burada etrafına topladığı Türkmenlerle Karamanoğulları Beyliği'ni yeniden kurmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Eylül 1500'de isyan başlatarak Karaman'ı kuşatmıştır. Konya'da bulunan Şehzade Şehenşah, Mustafa Bey'in üzerine bizzat gitmemiş, Beyşehir sancak beyi olan oğlunu göndermiştir. İsyan kış olduğundan dolayı şehzadeler tarafından bastırılamamış ve Haziran 1501'e kadar devam etmiştir. Neticede savaşı göze alamayan Mustafa Bey Mersin'e geri çekilmiştir. 

1500 yılı sonlarında Şehzade Şehenşah bizzat İçel'e gelmiş fakat Mustafa Bey'i yakalayamamıştır. 1501 baharında Vezir-i Azam 'da Mersin'e gelmiştir. Bunun üzerine Tarsus'tan gemiye binip Suriye'ye kaçan Mustafa Bey Memluklular'a sığınmıştır. Osmanlılarla yeni bir anlaşmazlığa düşmek istemeyen Memlûk Sultanı, Karamanoğulları'nın zavallı son temsilcisini öldürtmüştür.

Yani Osmanlı-Karamanlı-Memlük hattında bu yaşananları düşman devletlerin bir vuruşması olarak değil hakimiyet kurmaya çalışan kardeşlerin kavgası olarak görmek daha ahlaki olacaktır. 

Akkoyunlular'ın Düşmesi ve İran İmparatorluk Tahtına Safeviler'in Çıkması (1502)

1502'de Akkoyunlular, Tebriz'i kaybettiler ve İran imparatorluk tahtına başka bir Türk hanedanı Safevîler geçti. Bu, Yakın Doğu'da siyasi durumu altüst eden mühim bir hâdise oldu. Üç büyük imparatorluğun, Türkiye, İran ve Mısır'ın mütekabil siyasi durumları karmakarışık oldu. Hadisenin en ehemmiyet arz eden cephesi şu idi ki, Safevîler, Şii mezhebindendiler. İran imparatorluğunun Şîî, hem de çok mutaassıp ve müsamahasız bir şekilde Şîî olan bir hanedana geçmesi, Türkiye kadar Mısır'ı ve Türkistan'ı, hâsılı bütün Sünnî Müslümanlar'ı tehdit eden bir vakıa idi. Tıpkı daha evvelinde Şii Büveyhoğulları baskısının Sünni İslam hilafetini elinde tutan Abbasileri ve Abbasilere bağlı olan Selçukluları rahatsız etmesi gibi. Aynı şekilde tıpkı bugün İran'ın inşa etme gayretinde olduğu Şii Hilali projesinin Sünni Müslüman devletleri rahatsız etmesi gibi. 

Safevîler, aslen Sünnî çok ünlü bir şeyh ailesinden iniyorlardı. Sonradan hem Şîî olmuşlar, hem de Akkoyunlu ve Trabzon imparatorluk hanedanları ile sıkı akrabalık bağları kurmuşlar, siyasi hayata atılmışlardı. 1502'de nihayet imparatorluk tacını giymeye muvaffak olan Şah İsmail Safevî, ana tarafından Sultan Uzun-Hasan'ın torunu idi.

Buradan çıkacak netice şu ki Akkoyunlulara en büyük darbeyi Fatih indirmiştir. Zamanla güçsüzleşip yerini Şii Safevîlere bırakmıştır. Otlukbeli'ne kadar gelen Fatih, İran'daki Safevî tarikatının güçleneceği kestirememiş olsa gerek… Şah İsmail, II. Beyazid devrinde Kayseri'ye kadar gelmiş. Şii İsmail, Osmanlı ordusundan korktuğu için II. Beyazid'e bu hareketinden ötürü "büyük babam" ile başlayan mektup yazmıştır. Bu hadsizliğin hakkından Trabzon'daki Şehzade Selim gelmiştir. Yavuz Selim'in Alevi Türkmen katlettiğini söyleyenler de bu süreçte Şah İsmail'in yaptığı katliamları görmezden gelirler. Alaüddevle’den kızını isteyip de alamayınca intikam almak için yaptıklarını görmezden gelirler ki bununla ilgili bu yazıyı okuyan herkese okumalarını önerebileceğimiz asıl kaynak Ömer Seyfeddin’in Pembe İncili Kaftan’ıdır. 

Fakat şunu unutmamak icap eder ki Şah İsmail'in Osmanlı dahiliyesine burnunu sokarak mezhep kışkırtması yapmasını da Yavuz'un anti-Şii reflekslerle hareket etmesini de bir düşmanlaştırma objesine dönüştürmek en başta Türk tarihine ihanet olacaktır. Yavuz ne kadar Türk ise Şah İsmail de o kadar Türk'tür. 

İkisi de büyük Türk hünkârıdır ve eğer birbirleriyle kavga etmeyi bırakıp ortak düşmanlara karşı birleşebilselerdi Safevi hakimiyeti Çin Seddi'ne ulaşır, Osmanlı da Viyana'yı geçip Paris'e merhaba derdi. Bu durum aynen Yıldırım-Timur kavgası için de geçerlidir. Eğer Yıldırım Timur'la dalaşmak yerine İstanbul'a, Timur da Yıldırım'a kafayı takmayı bırakıp Çin seferine yoğunlaşsaydı İstanbul 200 yıl önce Osmanlılarca fethedilip Avrupa fetihlerine yoğunlaşılırken Timur da Çin Devleti'ni ebediyen tarih sahnesinden silip Çin'i bir Türk ili eyleyecekti. 

O yüzden biz Türklere düşen, Türk idarelerinin yapmış oldukları kardeş kavgası üzerinden düşmanlar ve kutuplaşmalar yaratmak yerine geçmişten ders çıkarıp geleceğe güvenle bakmaktır. Bu bağlamda Yıldırım’ı, Fatih'i, Yavuz'u ve Kanuni’yi ecdad sayan Türkiye'nin, Şah İsmail’le Şah Tahmasb’ı ecdad sayan Azerbaycan’ın ve Timur'u ecdad sayan Özbekistan'ın güç birliği yapmaları ve Türk Devletleri Teşkilatı’nı gün geçtikçe güçlendirmeleri, kurumsallaştırmaları çok kıymetlidir ve ecdadlarını özünden çok seven ve sayan Türk devletleri, ecdadlarını özünden çok sevip saymakla birlikte ecdadlarının birbiriyle kavga etme yanlışını tekrar etmeyerek birlik olmalı ve sağlam, güzel bir geleceği el birliğiyle inşa etmelidir.