Bir gün biri dedi ki:
“Eğilsen, çok kapıdan geçersin…”
Doğruydu. Kapılar vardı; makam kapıları, para kapıları, şöhret kapıları… Her biri kurnazca alçaltılmış, baş eğene açılan, dik durana kapanan cinstendi.
Biz de gördük o kapıları. Önlerinde eğilenleri de, içeri girdikten sonra daha da küçülenleri de… Bazıları eğilmeyi “pragmatizm” diye süsledi, bazıları “hayatın gerçeği” diye meşrulaştırdı. Hatta öyle ki, eğilmeyenlere şaşkın gözlerle bakıp, “Niye inat ediyorsun? Ne kaybedersin?” dediler.
Ama biz, her defasında aynı cevabı verdik:
“Boynumuzdan önce omurgamız var!”
Evet, eğilsek daha hızlı yol alırdık. Belki koltuklar, belki ihaleler, belki alkışlar arasında süzülürdük. Ama sonra aynaya baktığımızda gördüğümüz kişi kim olurdu? Kendimiz mi, yoksa eğildikçe şekil değiştiren bir gölge mi?
Bir hikâye vardır:
Koca çınar, fırtınada devrilir. Yanında küçücük bir kamış dimdik kalır. İnsan sorar, “Nasıl oldu da sen ayakta kaldın?” Kamış cevaplar:
“Ben rüzgârla eğilip doğruldum.”
İşte tam da bu noktada ironidir ki, biz kamış değiliz. Biz çınar gibi dimdik kalmayı göze aldık. Devrilme ihtimali mi var? Var. Ama gölgemiz eğrilmedi hiçbir zaman.
Ve gördük ki, aslında en büyük kapı; eğilmeden geçilen kapıdır. Çünkü oradan girince, yüzün kızarmaz, başın öne eğilmez, vicdanın sesini kısmak zorunda kalmazsın.
Dik durmak kolay değil. Eğilmek daha konforlu, daha az zahmetli… Ama unutmayalım:
Her eğilen, kapıdan geçer; ama her geçen, girdiği yerde kaybolur.
Bizim yolumuz; dik durup zor yoldan yürümek. Çünkü bazen asıl menzil, kapıların ardında değil; kapılara rağmen yürüyenlerin yolunda gizlidir.