Uğur UTKAN

Tarih: 03.08.2025 13:54

TÜRKİYE'NİN TARİHSEL ORTADOĞU POLİTİKASI

Facebook Twitter Linked-in

TÜRKİYE'NİN TARİHSEL ORTADOĞU POLİTİKASI

 

Türklerin bin yıldan daha uzun bir süre öncesinde Maveraünnehir’e askeri seferler düzenleyen Emeviler ve Abbasiler tarafından Türkistan’dan getirilen binlerce Türk’le başlayan Ortadoğu'daki varlığı; önce Sünni Abbasi hilafetinin Şii Büveyhoğulları baskısından kurtarılmasıyla ve ardından da Haçlı Seferlerine karşı İslâm dünyasının gösterdiği direnişe liderlik yapılmasıyla sarsılmaz bir Ortadoğu hakimiyetine dönüşmüş, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları başta olmak üzere pek çok imparatorlukla da bu sarsılmaz Ortadoğu hakimiyeti pekişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla birlikte Ortadoğu yeniden Haçlı saldırganlıklarına maruz kalmış ve Müslüman Ortadoğu ahalisi paramparça olmuştur. Artık Ortadoğu'da İslâm sancağı altında asırlardır sürülen hakimiyet son bulmuş, Ortadoğu’da önce mandater, sonra da bağımsız üniter ulus devletler meydana gelmiştir. 

MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA TÜRK DİRENİŞİ'NİN ORTADOĞU'YA BAKIŞI VE MUSTAFA KEMAL'İN DAHA GENÇLİK YILLARINDA BÖLGE İÇİN ORTAK TEŞEKKÜL HAYALİ

Mustafa Kemal, daha Harbiye sıralarındayken, Osmanlı Devleti'nin dağılacağını ve Türklerin çoğunluk olduğu topraklarda bir millî devlet kuracaklarını görmüştü. Bu durumda Arapların çoğunlukta olduğu Osmanlı toprakları Araplara terk edilecekti. Nitekim Mustafa Kemal haklı çıkacaktı. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türklerin çoğunluk olduğu topraklar bile işgal altına düştü. Bu koşullarda, artık Türkiye’nin önünde, millî devlet programı vardı. Mustafa Kemal 1919’da Kurtuluş Savaşını örgütlerken, aynı zamanda Irak ve Suriye'de antiemperyalist örgütler ile temasa geçmiştir. Düşüncesi yeniden Osmanlı düzeni tesis etmek değildi fakat bölgenin lideri yine Türkiye olmalıydı. Mustafa Kemal Paşa, Misak-ı Millî’nin kabul edilmesinden 11 gün önce, 17 Ocak 1920 günü, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden beri saptanan Arap topraklarının Araplara ait olduğu kararını bir kez daha belirtti. Evet Mustafa Kemal'in aklında Misakı Milli’nin ötesinde bir proje vardı. Türkiye’de ve coğrafyasında yeni bir emperyalist işgale mahal vermeyecek bir devlet ve siyasal sistem planlıyordu!

Evet Mustafa Kemal Paşa, Ortadoğu'da Türkiye’nin, Suriye'nin ve Irak'ın bir araya gelerek konfederasyon veya farklı bir şekilde ortak bir sistem planlıyordu fakat resmi tarih bundan bahsetmez. 

ATATÜRK’TEN SURİYE, IRAK VE TÜRKİYE KONFEDERASYONU 

Mustafa Kemal Paşa'nın bölgedeki anti-emperyalist direniş teşkilatlarına çektiği bir telgrafta “Osmaniye, Bahçe, Maraş, Urfa taraflarında pek mühim muvaffakiyetler elde ettik. Hareketimize devam etmekteyiz. Mektuplarınızda, Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarını kurtaracak bir ‘konfederasyon’ teşkil eylemek veyahut gelecekte kararlaştırılacak tarzda bir irtibat tesis eylemek maksadıyla birlikte hareket edilmesi bildirilmiş ve biz de bu tekliflerinizi kabul ederek, tafsilatlı talimat göndermiştik. Bunların ulaştığına dair henüz bir malumat alamadığımızdan, Maraş üzerinden daha çabuk alabileceğinizi düşünerek, sözü geçen talimat özetini aşağıda arz ederiz.” ibareleri geçmektedir ki bununla ilgili okurlarımıza önereceğimiz esas kaynak, ilk defa 2018 yılı Ekim ayında basılan “Atatürk’ün Bütün Kaleminden 8 Suriye ve Irak” adlı kitaptır. 

Burada görüldüğü gibi Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra komşularımız Irak ve Suriye’nin ulusal güçleriyle de ilişki kurmuş ve onların kurtuluş mücadelelerine katkı yapmıştır. Türkiye, Irak ve Suriye arasında üçlü bir konfederasyon düşüncesi amaçlanmış.

Üç komşu ülkenin işgallerden kurtulması için ortak savaşım söz konusu.

Komşularımızla, özellikle de aynı imparatorluğu oluşturduğumuz ülkelerle ilişkiler hep sağlam tutulmuş ve siyasal, ekonomik, kültürel, hatta askeri işbirlikleri düşünüldü Atatürk döneminde.

Atatürk, Anadolu’daki antiemperyalist milli hareketle, Irak’taki ve Suriye’deki antiemperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sunüsi aracılığıyla ilişki kurmuştur. O, bir taraftan Anadolu’yu düşmandan temizlemenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan hem Musul’u Misak-ı Milli sınırlarına katmak, hem de Irak ve Suriye’deki bağımsızlık hareketlerini güçlendirmek istemiştir.

Anadolu’da emperyalizme karşı bir Kurtuluş Savaşı veren Atatürk -pek anlatılmasa da- eş zamanlı olarak Irak’ta ve Suriye’de de antiemperyalist hareketlerin gelişmesine destek olmuştur. Öyle ki Arap İslam dünyasında Kemalist hareketin Irak-Suriye uzantısına, “Harekât-ül Kemaliye” adı verilmiştir. Atatürk, Anadolu’daki antiemperyalist milli hareketle, Irak’taki ve Suriye’deki antiemperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sunüsi aracılığıyla ilişki kurmuştur. O, bir taraftan Anadolu’yu düşmandan temizlemenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan hem Musul’u Misak-ı Milli sınırlarına katmak, hem de Irak ve Suriye’deki bağımsızlık hareketlerini güçlendirmek istemiştir. Atatürk’ün, 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni kazanmasından sadece bir gün sonra, 31 Ağustos 1922’de, Özdemir Bey de müfrezesiyle -Atatürk’ten iki bin kilometre uzakta- Derbent Zaferi’ni kazanmıştır. Böylece İngilizlerin ifadesiyle adeta Irak’ta “Kemalizm hayaleti” dolanmaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’yla Anadolu’yu düşmandan temizleyen Atatürk, Irak ve Suriye’nin de bağımsız olabilmesi için -bilinenin aksine- çok çaba harcamıştır. Bütün bir Kurtuluş Savaşı boyunca “Biz aslında gerek Suriye ve gerek Irak’taki insanların bağımsız olmaları esasını kabul etmişizdir. Buna dair bir itirazımız yoktur.” diyen Atatürk, Irak’ın ve Suriye’nin, bağımsızlık mücadelesini ölünceye kadar hep desteklemiştir. Yeri gelmişken Atatürk'ün Suriye ve Irak ile ilgili söylediklerine de bir göz atalım: “Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’daydım. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. ‘Suriye’ye, Irak’a istiklal veriniz’ dedim. Talat Paşa: ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsaydı, bugün Türkiye, Suriye, Irak, ki zaten kardeştirler, bugün daha samimi kardeş olacaklardı.” 

24 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birinci “ilk gizli celsesi”nde Kral Faysal hakkında bilgi veren Mustafa Kemal’in şu ifadeleri galiba Atatürk'ün konfederasyon için ne denli kararlı olduğunu ortaya koymaktadır:

“..Dedik ki: ‘Artık millî sınırımız dahilinde bulunan insani kaynakları ve genel menfaatleri sınırımız haricinde israf etmek istemeyiz. Fakat birlik kuvvet teşkil edeceğinden bütün İslam âleminin manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve birleşmiş olmasını şüphe yok ki, büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki, bizim kendi sınırımız dahilinde bağımsız olduğumuz gibi Suriyelileri de sınırı dahilinde ve millî hâkimiyet esasına dayanmış olmak üzere serbest ve bağımsız olabilirler. Bizimle anlaşmanın ve ittifakın üstünde bir şekil, ki federatif veyahut konfederatif denilen şekillerden biriyle peyda edebiliriz.’” 

Atatürk, Suriye ve Irak’ta Arapların ve Kürtlerin Fransız ve İngiliz emperyalizmine karşı mücadelelerini ateşledi. Oralara örgütçüler ve silahlı birlikler gönderdi. Başarılı oldu. Büyük ayaklanmalar gerçekleşti. Dahası o ortak mücadele ortamında, Türkiye, Suriye ve Irak arasında bir konfederasyon oluşturulmasını, Arap örgütleriyle karara bağladı. Bu konu bilinmez.

BELGELERLE KONFEDERASYON ANLAŞMASI 

Mustafa Kemal Paşa, 24 Ocak 1920 günü Halep’teki Arap Milli Teşkilatı Riyaseti’ne çektiği bir telgrafla konfederasyon önerisini kabul ettiğini bildirmektedir:

“Mektuplarınızda Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarını kurtaracak bir ‘konfederasyon’ teşkil eylemek veya irtibat maksadıyla birlikte hareket edilmesi bildirilmiş ve biz de bu tekliflerinizi kabul ederek tafsilatlı talimat göndermiştik.”

Yine Atatürk, Kolordu Kumandanlıklarına Heyeti Temsiliye adına 23 Şubat 1920 günü yolladığı talimatın eklerinde, konfederasyon planının kabul edildiği bilgisini ulaştırır.

Aslında konfederasyonu asıl planlayan, Mustafa Kemal Paşa’dır. Talat Paşa’ya yazdığı 29 Şubat 1920 günlü gizli mektupta, yaptığı öneriyi Arapların kabul ettiğini bildirmiştir: “Nezdimize gelmiş olan salâhiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: ‘Her millet kendi bağımsızlığını kurtardıktan sonra’ ‘konfederasyon’ halinde birleşmek. Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”

 

ATATÜRK'ÜN ORTADOĞU İÇİN VİZYON PROJESİ: SADABAT PAKTI

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” politikasıyla hareket eden Türkiye Cumhuriyeti, tam bağımsızlığı, ulusal egemenliği, ulusal çıkarları, komşularla iyi ilişkileri ve dünya barışını korumayı esas alan, gerçekçi, rasyonel ve çok yönlü dış politika doğrultusunda, 1930’larda barış paktları kurdu. Bu paktlardan biri de Ortadoğu’yu kapsayan Sadabat Paktı idi. 

1930’lu yıllarda Almanya ve İtalya’nın saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemeye başlamaları üzerine Türkiye, sınırlarını koruyabilmek amacıyla bazı önlemler almak istedi. 

Batı sınırlarını güvence altına aldıktan sonra dikkatini Ortadoğu’ya veren genç Türkiye Cumhuriyeti, 8 Temmuz 1937’de İran, Irak ve Afganistan'la kafa kafaya vererek Sadabat Paktı olarak bilinen dörtlü saldırmazlık antlaşması imzalandı. 

1937 yılı yazında, Türkiye’nin doğudaki üç ülkeyle Sadabat Paktı’nın imzalamasında, sınır sorunlarını kalıcı şekilde çözme, bölgedeki aşiret isyanlarını önleme ve İtalyan yayılmacılığına karşı doğuda bir güvenlik duvarı oluşturma isteği etkili oldu.

Bu pakt ile Türkiye doğu sınırlarını güvence altına almış oldu. 

Sadabat Paktı, TBMM tarafından 14 Ocak 1938 tarihinde 3324 sayılı yasa ile onaylandı ve diğer devletlerin de onaylamasının ardından 25 Haziran 1938’de yürürlüğe girdi. 

Bu pakt, Türkiye’yi İslam dünyasında lider ve örnek ülke konumuna yükseltti. 

Ancak o dakikadan sonra adeta sihirli bir el devreye girdi. İran, İngiliz-Sovyet işgaline uğrarken Irak'ta darbe oldu. Afganistan karışıklığa sürüklendi. Türkiye'de de tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. Bu pakta çok emek veren Atatürk’ün sağlık durumu yabancı doktorlar ele aldığı andan itibaren daha da kötüleşti. Bu şartlar altında Atatürk'ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” derken neyi ima ettiği konusunda takdir bu konuda necip Türk ulusunundur. Ve maalesef ki Sadabat Paktı'nın sonu gelmiştir. 

Eğer bu pakt korunabilseydi belki de Ortadoğu’da iç savaşlar yaşanmaz, 1982 Duceyli, 1986 Enfal, 1988 Halepçe, 1991 Altınköprü ve 1996 Erbil katliamları gerçekleşmez, Amerikan-İngiliz emperyal haydutları 2003’te Irak’ı işgal edinceye kadar defalarca Bağdat’ı vurmazlardı. Hatta belki de İslâm dünyası için taptaze bir başlangıç olacak, belki de olası bir siyasi birlik için umut olabilecekti. Hakeza yine bu pakt korunabilseydi 2001’de ve 2003’te haksız Afganistan ve Irak işgalleri yaşanmaz, emperyalist yağmacılar Ortadoğu’nun zenginliklerini çalmazlardı. 

Maalesef II. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla ortaya çıkan şartlar Sadabat Paktı’nın sonunu getirmiştir. Bundan dolayı ne yazık ki Ortadoğu bir türlü kargaşadan kurtulamayarak istenen barış, huzur, demokrasi ve hoşgörü ortamı hiçbir zaman tesis edilemedi. Tam tersine iç savaşlar, terör faaliyetleri ve sonu gelmeyen kaos Ortadoğu’yu yaşanmaz bir hale soktu. 

Ama yine de Türkiye'nin Ortadoğu’ya olan ilgisi ve barış havzasına dönüşmüş bir Ortadoğu hayali sona ermeyecek ve Ortadoğu’ya dönük tasarıları Atatürk’ün gençlik ve askerlik yıllarında tasarladığı Türkiye-Suriye-Irak Konfederasyonu ile, daha sonra cumhurbaşkanı olarak kurduğu Sadabat Paktı ile de sınırlı kalmayacaktı. 

 

TÜRKİYE'NİN ATATÜRK’TEN SONRAKİ ORTADOĞU POLİTİKALARI

Yeni bir dünya savaşı tehlikesini daha vefatından önce öngören ve bu öngörüden yola çıkarak kurulmasına öncülük ettiği Sadabat Paktı ile “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi gereğince sulh ve selameti amaçlayan, tarafsız ve tam bağımsız bir dış politika izlemeye özen gösteren Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün barış, refah ve özgürlük havzasına dönüşmüş bir Ortadoğu, Atatürk'ten sonra Türkiye’yi yönetenlerin de ulaşmaya çalıştığı bir hedef olmuştur. 

 

SOĞUK SAVAŞ YILLARINDA TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU'DAKİ VİZYON GİRİŞİMİ: BAĞDAT PAKTI

Adnan Menderes ve başa geçen daha nice iktidarlar Atatürk'ün barış, refah ve özgürlük havzasına dönüşmüş bir Ortadoğu'ya dönük politikasını aynen uyguladı…

Seçimlerde büyük bir zafer kazanarak 1950’de işbaşına geçen Demokrat Parti hükümetinin en önemli icraatlerinden biri de Atatürk döneminde komşu devletlerle ve bilhassa Müslüman Ortadoğu ülkeleriyle diplomatik münasebetler kurma ve işbirliğine gitme politikasına ivme katmak oldu.

Bu maksatla atılan en önemli adımların başında Bağdat Paktı’nın kurulması geliyordu. Derhal kollar sıvandı ve yakın temaslara geçildi.

Önce, 2 Nisan 1954'te Türkiye ile Pakistan arasında bir işbirliği anlaşması sağlandı. Hemen ardından, yeni ve daha kapsamlı çalışmalara başlandı.

Neticede 1955 yılı 24 Şubat’ında Türkiye, İran, Irak ve Pakistan devlet/hükümet temsilcileri Irak’ın başkenti Bağdat’ta bir araya gelerek “Ortak Savunma ve Bölgesel İşbirliği” ana başlığı altında hazırlanan antlaşma metnine imza attılar.

Antlaşmadan ziyade, istikbale dönük yeni bir ittifak…

Böylece Atatürk’ün gençlik ve askerlik yıllarında tasarladığı Türkiye-Suriye-Irak Konfederasyonu ve daha sonra cumhurbaşkanı olarak kurduğu Sadabat Paktı projeleriyle inşa etmeye çalıştığı barış, refah ve özgürlük havzasına dönüşmüş bir Ortadoğu yolunda atılan adımların bir meyvesi daha, yani Bağdat Paktı ete kemiğe bürünüyordu.

Bu Bağdat Paktı ki, Ortadoğu coğrafyasında esasen öteden beri var olan ırkçılığı, mezhepsel, dinsel ve etniksel çatışmaları; demokrasiye giden bir işbirliği süreci içinde bitirmek, halka musallat olmuş cehalete karşı bölgesel tedbirler almak, fukaralık ve zaruretle mücadele ederek Asya’yı zaman içinde teknolojide Avrupa ile entegreye yönelik bir teşekküldü… 

Bir ayağı Avrupa’da, gövdesi Asya’da olan Türkiye’nin; başta Hint olmak üzere Farsın, Arabın ve Kürdün bir teknede yoğrulmasına ön ayak olması, Ön Asya’nın kaderini değiştirecek bir girişim olmalıydı.

Bağdat ile bölge; muasır medeniyete aday olduğunu, Avrupa’nın cehaletimizden istifade ederek depreştirdiği ırkçılık, dinsel-mezhepsel-etniksel anlaşmazlık, yoksulluk, Avrupa medeniyetini ecnebilik gibi manileri aşmak üzere bir teşebbüste bulunuyordu.

Dünya barışına kast edenlerin bölgede kullanabilecekleri problemleri bu anlaşma çerçevesinde barış içinde ilim ile çözmekle; yalnız bölgenin barış ve medeniyetini değil, bütün İslâm dünyasının, Hıristiyanlık âleminin ve dolayısıyla dünya barışının temel taşları konulmuştu buraya: Hürriyet, demokrasi, fukaralıkla mücadele, barış, ırkçılığı bitirecek bir medeniyet projesi…

Bağdat anlaşmasını imzalayan ülkelere, o zamanın global dinsizlik ve sömürü cereyanı çok büyük cezalar vermişti.

Düşünce olarak, Avrupa’daki bu barış ve demokrasi projesinin hiç değiştirilmeden aynı misyonuyla Asya’ya taşınmasıydı, Bağdat Paktı veya CENTO…

Bağdat’ı demokratlar konuşabilir, Bağdat’ı ırkçılığa, fukaralığa, cehalete ve düşmanlığa bayrak açmış olanlar konuşabilirler…Bağdat’ı töre, vatan, millet, İslâmiyet ve Türklük uğrunda bedel ödemeyi göze alanlar konuşabilirler…

Bağdat’ı demokrasi içinde bütün insanları birinci sınıfa yükseltmek, Asya ile Avrupa’nın arasında kalıcı barışı inşa etmek ve hakikî medeniyete insanlığı ulaştırmak isteyenler konuşmak zorundadırlar. Belki de gelecekte bütün Müslüman ülkelerin aralarındaki mezhepsel ve etniksel temelli anlaşmazlıkları ve dünyevi menfaatleri tamamen aşıp bir güç birliğine gidebilmelerine vesile olacak ve İslam coğrafyasında oynanmaya çalışılan emperyalist planları bozabilecek bir potansiyele sahip olan Bağdat Paktı, birilerinin ödünü tıpkı Türkiye-Suriye-Irak Konfederasyonu ve Sadabat Paktı projeleri gibi koparmış olmalı ki bu teşebbüsleri engelleyen karanlık odaklar, Bağdat Paktı'nı da bitirmek için düğmeye bastı. 

Zira o süreçte Bağdat Paktı öyle bir sinerji yaratmıştı ki kuruluş safhasından hemen sonra Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan’ında da aynı teşkilâta dahil olması gündeme gelmiş ve bu meyanda da ciddî çalışmalar başlatılmıştı. Tam anti-emperyalist bir İslâm enternasyonalizminin gerçekleşmesine en yakın tarihsel an’ı o esnada sabote etmeye başlayan olaylar dizisi arka arkaya vücut bulmaya başladı. 

Evvela İngiltere hiç beklenmedik bir şekilde Bağdat Paktı'na girdi ve ondan sonra paktı kuran Türkiye, Irak, İran ve Pakistan'da tuhaf gelişmeler yaşanmaya başladı.

1956’da, pakta iştirak etmesi beklenen Suriye’nin Türkiye sınırına boydan boya 800 küsûr kilometrelik mayın döşendi. Mayın döşemenin zahirî, yani görünür gerekçesi, kaçakçılığı önlemekti. Hakikatteyse, iki ülkenin arasında aşılması zor bir bariyer kurmaktı. Nitekim, sayısız insan-hayvan ölümlerine yol açan bu mayınların temizlenmesi defalarca gündeme getirilse de, bir türlü tam tahakkuk ettirilemedi, hayata geçirilemedi.

1950’li yıllarda ciddi bir yakınlaşmanın ümit edildiği Suriye ile bir dizi gerilim hali yaşanırken, Irak’ta da darbe ve ihtilâl sıtması belirgin şekilde nüksetmeye başladı.

Ardından, Irak’ta, Türkiye’de, İran ve Pakistan’da hükümet darbeleri gerçekleştirildi. Pakta imza atan hemen bütün devlet adamları bir şekilde öldürüldüler, idam edildiler.

İngiltere'nin de bu pakta girişi bilerek bu paktı sabote etmek, içeriden vurmak içindi zira İngiltere bu pakta sonradan girdiği dakikada sanki düğmeye basılmış gibi Bağdat Paktı'nı kuran ülkelerde hükümet darbeleri gerçekleştirildi.

Özellikle Irak'ta yaşanan darbe çok dikkat çekicidir ki, Sadabat Paktı imzalandıktan sonra da hükümet darbesi olmuştu.

Komşu ve kardeş Irak'ta, 14 Temmuz 1958 tarihinde ülke ve bölge tarihinin seyrini değiştiren çok kanlı bir darbe yaşandı. Irak ordusu içindeki bir cunta, bu tarihte, Başbakan Nuri Said ile genç Kral II. Faysal’ın katledildiği kanlı bir darbe sonucu ülke idaresine el koydu.

Bu darbe ile kraliyet sona erdirilip sözde cumhuriyet ilân edildi.

Başbakanlığa getirtilen darbeci general Abdülkerim Kasım, Irak'ta tam bir dikta rejimi kurdu. Darbecilerin ilk icraatlarından biri de, Irak'ın "Bağdat Paktı"ndan çıktığını ilân ve tatbik etmek oldu.

 Bu da gösteriyor ki, yapılan darbenin ve İngiltere'nin Bağdat Paktı'na girmesinin asıl hedefi, 1955'te kurulan Bağdat Paktı’nı akamete, sekteye uğratmak, bu teşkilâtı içeriden hançerlemek ve işlemez hale getirmekmiş…

Bugün dahi Bağdat Paktı, Ortadoğu'daki sorunlara çözümün çekirdeğini oluşturmaya devam ediyor. Birlik için mekân önemli değildir. Bağdat olmasa Şam olabilir. Hazırlanacak birliğin anayasasında demokrasi mutlaka esas alınmalı. Türkiye’nin böyle hayırlı bir teşebbüsteki rolü, yine önden gitme tarzında olacaktır.

 

SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKİYE'NİN ORTADOĞU'DAKİ İZLEDİĞİ POLİTİKALAR

ABD ve “Küresel Güçler” 21.yüzyılın planlamasını 1990 yılı itibariyle yapmaya başlamışlardır.ABD için 21. Yüzyılda en büyük hedef başta Ortadoğu ama daha da önemlisi SSCB’nin yıkılması ile siyasal nüfuz boşluğu yaşanan Orta Asya enerji koridorunu kontrol altına almaktı…

ABD bu hattı kontrol altına almak için “hedef seçilen” bölgelerdeki “Üniter/Ulus Devlet” yapılarının tasfiye edilmesi gerektiğini biliyordu…

Bu ülkeler etnik,mezhepsel, dinsel temeller üzerinden küçük devletçiklere bölünecek, yöneticilerini ise “Küresel Güç Odakları” belirleyecekti.

Esasen SSCB'nin ve komünist blokun çöküşü, Soğuk Savaş’ın bitişi Berlin Duvarı'nın yıkılışı ile kesinleşmişti. Berlin Duvarı yıkılmadan çok önce bu sonucu bilen küresel güç odakları Washington'da tek kutuplu yeni dünya düzenini planlamaya başlamışlardı bile. Ve bu planın belki de en önemli ve stratejik halkasını Ortadoğu'nun yeniden tanzimi oluşturuyordu. 

Bu yeniden tanzim politikaları sayesinde Ortadoğu enerji koridorunun güvenlik ve kontrol altına alınması planlanıyordu.Bu nedenle bölgede "Üniter/Ulus Devlet" yapılanmalarına yeni konseptte tahammül edilmeyecekti…

Elbette ki Ortadoğu'nun yeniden tanzimi politikalarının uygulandığı ilk aşama Irak olacaktı… 

Öyle ki, Saddam'ın ABD temsilcileriyle 1990 yılı Temmuz sonlarında yaptığı görüşmeler sonrası Kuveyt'i işgal etmesi ve Irak’ın 19.ili olarak da ilhak ettiğini duyurması ABD’nin aradığı fırsatı ayağına getirmiş oldu. ABD’nin başındaki uluslararası koalisyon, ABD başkanı baba Bush’un ifadesiyle, öncelikle “yeni dünya düzeni”ne adını veren bir söylem seçti ve Irak, yapılan uyarıların sonuç vermemesiyle ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun müdahalesiyle Kuveyt'teki işgaline son vermek zorunda kaldı. Fakat ABD, Irak'ı 2003’te işgal edinceye kadar patronu olduğu BM aracılığıyla ambargo ve yaptırımlara mahkum edecek ve Ortadoğu'yu yeniden tanzim çalışmalarına da ambargo ve yaptırımlarla gücü kırılacak olan zayıf bir Irak ile başlayacaktı. Ortadoğu'daki yeni dalganın kokusunu alan ve komşusu Irak'ta yaşanan gelişmeleri dikkatle izleyen Türkiye, Atatürk’ten bu yana sürdürdüğü barış, refah ve özgürlük havzasına dönüşmüş bir Ortadoğu hedefine ulaşma çabalarına 1990’lı yıllarda bir yenisini daha ekleyecekti. Bu yolda Ortadoğu'nun nasırlaşmış toprağına Türkiye’nin attığı barış, refah ve özgürlük tohumları bu kez İran ve Pakistan ile el ele verip kurulacak olan  Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve D-8 Teşkilatı ile tomurcuklanacaktı. 

İran ve Pakistan ile el ele verip Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nı kurarak Orta Asya'daki Türk devletleri, Afganistan ve Tacikistan ortak bir iş birliğine girme yoluna giden Türkiye, 22 Ekim 1996 tarihindeki "Kalkınmada İşbirliği Konferansı"nı izleyen bir dizi hazırlık toplantılarından sonra 15 Haziran 1997 günü gerçekleşen İstanbul Deklerasyonu'nda D-8'in kuruluşu resmen ilan edilmiştir. 

 

2000’Lİ YILLARDAN GÜNÜMÜZE DEĞİN TÜRKİYE'NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI

Körfez Savaşı’ndan beri Irak’ta kitle imha silahı bahanesiyle yönetim değişikliği ve işgal için yıllarca kah uluslararası ambargolarla kah farklı yollarla zemin hazırlayan ABD, ağır bedel ödeme pahasına da olsa Irak’ın işgaline ve Saddam’ın gitmesine geri dönüşü olmayacak derecede kesin karar vermiştir. 

Ama elbette ki Irak’a karşı işgal, savaş politikalarını gerçekleştirmenin bir yolu da; 1990’lardaki Körfez Savaşı gibi uluslararası koalisyon peşinde koşmaktansa, daha az katılımlı ancak etkili bir takım ülkeler ile bunu başarmaktı.

Bu ülkelerden birisi olarak Türkiye’yi gören ABD’li NeoCon’lara göre Türkiye, bu savaşta Washington’un yanında yer almalıydı. Hatta, uluslararası terörizmle mücadele çerçevesinde belki de savaşa birlikte girilmeliydi. Zaten PKK’ya karşı titizlikle yıllardır mücadele yürüten Türkiye’ye Kuzey Irak’ta bir takım tavizler verilirse bu, NeoCon’lara göre kâfi olabilirdi.

NeoCon’lar bu görüşe sahip oladursun, Washington’un ‘‘bodrum katındaki uzmanlar’’ Ortadoğu’nun kaygan kumlarında ABD için hayati önem taşıyan bölgeleri için ‘‘ortak faaliyetlerde bulunmak’’ için Türkiye’yi razı etmenin pek de kolay olmadığını savunuyordu ki bu savının arkasında duran Washington’un ‘‘bodrum katındaki uzmanlar’’ süreç içerisinde yaşanacak gelişmeler ile haklı çıkacaktı. Zira Washington'un Türkiye ile ilgili hesaplamaları çarşıya uymayacaktı. 

4-11 Ocak 2003 tarihleri arasında Türkiye'nin girişimleriyle Irak’a komşu olan Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran’dan oluşan beş devletle liderler bazında görüşmeler gerçekleştirilerek olası bir savaşı önlemek için ve Irak meselesini barışçıl yollarla halletmeye dönük adımlar atılmıştır. 

Neticede 23 Ocak 2003 tarihinde Türkiye tarafından İstanbul’da ‘‘Irak Konusunda Bölgesel Girişim Dışişleri Bakanlığı Toplantısı’’ başlığıyla düzenlenen zirve Suriye’nin başkenti Şam’da da düzenlenmiş, Irak meselesinde barışçı yollardan bir çözüme gidilmesi için önemli bir aşama kat edilse de savaşın başlaması ile bu çabalar boşa çıkmıştır.

Bugün hala daha süren Irak'a Komşu Ülkeler Toplantıları, Irak ve Ortadoğu ile ilgili sorunlara çözüm üretmek için her yıl toplanıyor ki bu toplantılar, Türkiye’nin çabalarıyla gerçekleşmesi bakımından anlamlıdır. 

Artık giderek Ortadoğu siyasetine angaje olmaya başlayan bir Türkiye vardı. 

Türkiye bu dönemde Suriye ile İsrail, Hariri suikastı soruşturmasında Suriye’nin işbirliğine ikna edilmesi, Irak’taki gruplar, Pakistan ile Afganistan, Hamas ile FKÖ, yine FKÖ ile İsrail arasında çeşitli arabuluculuk girişimlerinde bulundu.

Bu dönemde yine coğrafi alan olarak Ortadoğu giderek öne çıkmaya başladı. Körfez ülkelerinin yanında Suriye ile ilişkiler de gelişirken Ekmeleddin İhsanoğlu İslam Konferansı Örgütü’nün genel sekreterliğini üstlenen ilk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaktı. 

2010 yılına gelindiğinde Doğu Akdeniz Dörtlüsü adıyla Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında serbest dolaşımı öngören bir anlaşma imzalanmıştı. 

Çok kısa bir süre içerisinde fıçısı patlayan Arap Baharı ile Ortadoğu çok farklı bir noktaya doğru savrulurken başta Mısır, Tunus ve Libya’da rejimler arka arkaya yıkılıyor, Suudi Arabistan bu süreçte maaşlara zam yaparak, Ürdün Kralı ise öyle bir kaynağa sahip olmadığı için hükümeti değiştirerek ve seçimlere giderek bu dalgayı atlatmaya çalışıyordu. Türkiye de bu süreçte Ortadoğu eksenli aktif dış politikasını sürdürmüş, bir yandan Mısır-Türkiye-İran, öte yandan Mısır-Türkiye-Suudi Arabistan eksenlerini oluşturmaya çalışmıştır. Mısır'da serbest bir seçim ile cumhurbaşkanlığına seçilen ilk isim olan Muhammed Mursi, Ağustos 2012’de İran’a kısa bir ziyaret gerçekleştirecek, Şubat 2013’te ise dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad da Mısır’ı ziyaret edecektir. Dolayısıyla, Suudi Arabistan’ın daha ihtiyatlı olduğu ama bir yanda merkezinde Türkiye’nin olduğu Mısır-İran ekseni, öte yanda yine Türkiye’nin öncü olacağı Tunus-Libya-Mısır-Gazze-Lübnan hattı kurulacaktı. Böylece İslâm dünyasında Şii-Sünni ayrılığı da aşılarak anti-emperyalist ve anti-siyonist bir siyasi birliğe doğru yol alınması planlanıyordu. Bu jeopolitik eksenin eksik halkası olarak Suriye kalmıştı. O süreçte Suriye Cumhurbaşkanı Esad'ın liderliğindeki rejimle arası nahoş durumda olan Türk hükümeti, İran’ı Esad’dan vazgeçmeye ikna etmenin mümkün olmadığını biliyordu ama İran da içinde bulunduğu yalıtılmışlık ve yaptırımlardan çıkmak adına, Suriye’de ayrı yerlerde durmakla birlikte Türkiye ile arasını iyi tutmayı ve özellikle Mısır’ı denkleme dahil etmeyi tercih etti.

 

YAZAR HAKKINDA
Uğur Utkan, Araştırmacı-Tarih Öğretmeni
3 Haziran 1999'da doğdu, halen Manisa Salihli'de yaşıyor. Seyahat etmeyi, belgesel izlemeyi, bağlama çalmayı ve kitap okumayı oldukça seven Utkan'ın kariyer hedefi bir gün üniversite hocası olarak tarih alanında uzmanlaşmak.
Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi'nde İngilizce hazırlık eğitimi alan Utkan siyaset bilimi ve kamu yönetimi bölümünde okumuştur. Aynı yıl Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi'ne de kaydolan Utkan, tarih bölümünü 2021 yılında tamamlamış ve 2022'de pedagojik formasyon eğitimini bitirerek tarih öğretmeni olmuştur.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —